Tuesday, January 4, 2022

Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Ermeni Azınlık ve Taraflar Açısından Ermeni Tehciri

                                                           

GİRİŞ

Bu çalışmada tarihin akışı içerisinde Ermeni ve Türk toplumlarının yollarının nasıl kesiştiği ve birbirleri üzerinde nasıl etkileşimde bulundukları irdelenmeye çalışılmıştır. Bazı tarihçiler Ermeni ve Türklerin Osmanlı Devleti öncesinde de etkileşime girdiklerini savunmuş ve Türk-Ermeni ilişkilerini bu çalışmada geçen tarihlerden çok öncesine dayandırmışlardır. Ancak bu çalışmada, hem çalışmanın bir tarih bilimi çalışması olmaması hem de konusunun iki toplumun ilişkilerinin ne kadar eski olduğunu ispatlamaya çalışmaması sebebiyle, ilişkiler Osmanlı Devletinin erken dönemlerinden itibaren ele alınmıştır.

İki toplum arasındaki ilişkilerin kırılma noktasının 19. yy’ın sonu ve 20. yy’ın başlarında  başlayan, Ermenilerin soykırım, Türk resmi tarihinini ise ‘’tehcir’’ diye adlandırdığı olaylar dizisi olduğu fikri savulnulmaktadır. Ermeni toplumunu diğer gayri müslim ‘’tebadan’’ ayıran özelliklerinin belirtilmesi, bunların Osmanlı toplumunda Ermenilere ve Ermenilerin diğer ‘’tebalara’’ bakış açışının ne olduğu üzerinden yürütülen bir yöntem kullanılmaya çalışılmıştır.

Her ne kadar çalışma amacını soykırım/tehcir vakasında kimin haklı veya kimin haksız olduğu tartışmasından uzak tutsak da, akademik bir tartışma çerçevesinde, tarihin yanlış olduğunu ispatladığı bir takım politikalara da yanlış deme cürreti gösterilmştir. Bunların tarafgirlik olarak algılanmaması ve akademik birer bakış açışı olarak kabul edilmesi temenni edilir. Kaynak olarak alınan akademisyenlerin çalışmalarındaki görüşler bu çalışmada ne eleştirilmiş ne de savunulmuştur. Sadece ilgili kısımlarlar ilgili bölümler kaynak gösterilmiştir.

Osmanlı erken dönemlerinden 19. yy sonlarına dek süregelen iyi ilişkierin bozulup iki toplumu kanlı bıçaklı bir hale gelmesinin ‘dış güçlerin oyunu’ yahut basit bir ‘milliyetçilik akımı’ olarak ele alınılamayacağı fikrindeyiz. Bu bilimsel olmayan ancak rağbet gören savların yerine dönemin devlet yönetiminin imza attığı eksik ve yanlış politikaların irdenlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Hatırlatmakta yarar var ki bu bir tarih çalışması değildir. Bu nedenle üzerinde tarihi tartışma(lar)  bulunmayan kesinliğinden şüphe edilmeyen politika, yasa ve anlaşmaların ilişkileri nasıl etkilediği sorularının irdelenmesine özen gösterilmiştir.

Bu tür çalışmalar statik değil  dinamik bir  karaktere sahiptirler ve uygun bir zamanda eksikliklerinin giderilip tam anlamıyla bir akademik çalışma ortaya koyma fikri ileriki zamanlarda ortaya çıkabilir.

1)             Türk Ermeni İlişkileri 

a)    Osmanlı Dönemi

1639 Osmanlı-Safavi savaşlarından sonra Ermeni coğrafyasının 9/10’u Osmanlı hakimiyetine geçmiştir. (Hofman, Dr.Terassa, 2002, p. 14.)

  Osmanlı hakimiyetinde Ermeniler diğer gayr-i muslimlerin tabi olduğu Şeriat yasalarına tabiydi. Buna göre vergilendirilip, bazı hizmetlerden (memuriyet, askerlik vs.) ‘’muaf’’ tutulmaktaydılar.  Osmanlı’da esasen toplum ‘’millet sistemine’’ göre yönetilmekteydi. Buna göre Rum milleti, Ermeni milleti ve Müslüman milleti vs. kendi içinde, cizye vergisi ve diğer Şeriati şartları yerine getirdikleri sürece, dini ve kültürel haklarını yaşamakta serbesttiler. Sultan’ın ‘’tebası’’ olmayı kabul etmek de diğer şartlardandı. Diğer bir deyişle Osmanlı millet sistemindeki millet ifadesi Arapça’daki anlamıyla dini bir topluluğa işaret etmekteydi. Millet kelimesinin ‘’ulus’’ anlamı alması ise 19.yy ‘da gerçekleşti. (Uğur KURTARAN, 2011, s. Osmanlı İmparatorluğu'nda Millet Sistemi) .Osmanlı erken dönemlerinde Osmanlı(beyliği)  topraklarında yaşayan Ermeniler, Bizans Devletinin aksine tabi oldukları Gregoryan kilisesi inancını serbestçe yaşama imkanı bulmuşlardır. Osmanlı Beyliğinin genişleyip yayılmasıyla paralel  Ermenilerin Ruhani ve demografik merkezleri de zamanlar yer değiştirmiştir. Örneğin Osmanlı erken dönemlerinde Kütahya’da bulunan Gregoryan Kilisesi Bursa’nın başkent olmasından sonra Bursaya taşınmıştır. (Özcan Mert, 2013, s. 143-174 Osmanlı Türkleri İdaresinde Ermeniler) . Gene İstanbul’un fethinden sonra bu şehirdeki Ermeni nüfusu artmıştır. Fetihten önce sadece az sayıdaki Ortodox Ermeni nüfus İstanbul’da barınabilirken fetihten sonra Gregoryan ve diğer mezhepten Ermeniler de artık İstanbul’a yerleşebildi. Bunda Osmanlı yönetiminin Hristiyan azınları kontrol etmek için aralarında bir denge oluşturma politikasının etkili olduğunu söylemek mümkün. Nitekim fetihten çok kısa bir süre sonra Osmanlı yönetiminin Ermenilere İstanbul’da bir kilise tahsis etmesi Ermeni dini liderliği ve nüfusunun ağırlık merkezini İstanbul’a kaydırmış dolayısıyla Ermeniler Osmanlı’ya ‘’sadık bir millet’’ olmuştur.

 19. yy’da impartorluğun zayıflaması, batı ve kuzeyindeki rakipleri tarafından baskı altına alınması yönetimi askeri, siyasi ve hukuki ‘’reformlar’’ yapmaya zorlamıştır. Reformların odağında ilk sırada ordu ikinci sıradaysa ‘’iç işlerine karışma bahanesi’’ olduğu düşünülen azınlıklar vardı. Devlet yönetiminde Batıya karşı geri kalmışlığın çaresinin orduyu modernize etmekten geçtiği yanlış varsayımının benzeri batıyı iç işlerden uzak tutmanın yolunun azınlıklara göstermelik haklar vermek olduğu düşüncesi hakim oldu. Bu anlamda Osmanlı azınlık haklarını ilk defa Rus-Osmanlı savaşı sonunda imzalanan Edirne Anlaşması sonrası gündeme aldı. Azınlık haklarının düzenlenmesinin bir askeri hezimetten sonra gündeme alınması o dönemki yönetimin vakaya bakış açısını göstermesi açısından ilginçtir. Bu anlaşmaan sonra Osmanlı Devleti Hristiyan azınlıkların, ve elbette Ermenilerin, ‘’hakları hakkında bir takım düzenlemelere gitmiştir. Bundan on yıl sonra ise Gülhane Hatı-ı Hümayun ilan edilip, artık hak tanıma/düzenleme yerine tüm azınlıklar için ‘’eşit vatandaş’’ olduğu görüşü benimsenecekti. Ancak bu anayasal düzenleme de Kırım Savaşı sonrasında iptal edildi. Böylelikle Osmanlı yönetiminin günü kurtarmak ve batılı rakiplerinin ağzına bir parmak bal çalmak için giriştiği azınlık düzenlemeleri sürecinden bir sonuç ortaya çıkmadı ve herşey en baştaki halini aldı. 

 Ermenilerin Osmanlı toplumunda, günümüzde sıkça telaffuz edildiği ve soykırım ‘’iddialarının çürütülmesi’’ adına popülerlik kazanmış olan ‘’milleti sadıka’’ ünvanına sahiptiler. Bu ünvanın ortaya çıkmasının muhtemel sebepleri aynı zamanda Ermenileri diğer geyr-i müslimlerden ayıran özellikleriyle aynıdır. Şahsi kanaatim Ermeniler’in Yunanlılar, Sırplar ya da Musevilerin aksine çoğunlukla doğu illerinde yaşıyor olması, diğer bir deyişle daha oryantal oluşları Osmanlı ‘’tebasının’’ geri kalanıyla kültürel anlamda daha yakın olmalarını sağlar. Nitekim, ülkenin doğusundaki müslüman ‘’tebadan’’ Kürtlerle, Hristiyan ‘’tebadan’’ Ermeniler birçok kültürel öğeyi, folklor, dans, muzik, yemek, bayramlar (Örneğin halen de kutlanan Vartivar Bayramı), sözcükler vs. paylaşmaktaydı. Hristiyan Ermeni ‘’teba’’ Müslüman Arap ‘’teba’’ ile de iç içe yaşamıştır. Hatta Karadeniz’de İslamı seçen Hemşin Ermenilerini görmek mümkündür.  Gene bu ünvanın diğer br muhtemel gerekçesi Batı vilayetlerindeki garyi müslim ‘’teba’’ 19. yy sonu ve 20. yy başında ayaklanmışken Ermenilerin bu tür taleplerden ya tümden uzak ya da çok daha ‘’makul’’ kültürel özerklik, vergi indirimi gibi taleplerle yetinmesidir. Yunan ayaklanmasından sonra Osmanlı devlet kademelerinde Yunan memurlar yerine Ermeni memurların, katiplerin sayısının artması (Prof.Dr.Ilber Ortayli) bu durumu doğrulayan bir örnek olabilir.

 

b)   Cumhuriyet Dönemi

 

 1923’e gelindiğinde 1909’da Adana’da başlayan, 1915’de zirveyi gören ve 1920’lere dek süren kampanya sonucunda artık Türkiye’de bir Ermeni azınlıktan bahsetmek mümkün değildir. Nitekim on yılı aşan bu süreçte Ermeni mülteciler ve Ermeni diasporası kavramları ortaya çıkmıştır. 1923’den sonra artık büyük ölçüde Türkiye sınırlarının dışında kalan Ermeni nüfus BM (o dönem Milletler Cemiyeti) nezdinde Türkiye’nin politikalarına karşı harekata geçmiştir. Bunun bir diğer sebebi de Ermenilerin Lozan’dan istedikleri sonucu alamamalarıdır.

 1915 senesi her ne kadar sembolleşmiş haldeyse de Ermeni kaynakları 1909 Adana olaylarının ‘’soykırımın başlangıcı’’ olduğunu savunur. Adana olayları Ermeniler tarafından ‘’katliam’’ Türkler, yerelde Adana, tarafında ise ‘’Kaçkaç vakası’’ diye anılır ve her iki taraf da katliamı gerçekleştirenin diğer taraf olduğunu savunur. Bu tarihe dek Adana Ermeni toplumunun yoğunlukta yaşadığı, valiler çıkardığı bir şehirdi. Söz gelimi şehrin sembollerinden Büyük Saat’i yaptıran Adana’nın o dönemki Ermeni valisidir. Ancak 1909 tarihinden sonra Adana’da nerdeyse hiç Ermeni nüfus kalmamıştır. Çıkarılan tehcir yasasıyla Suriye’ye sürülmüşlerdir. Bugün bile halen Halep ve İdlip’de yaşayan Ermenilerden orta yaşlı olanlar Türkçe bilmektedir.

 

 1920’lere gelindiğinde Diyarbakır, Mardin ve Elazığ gibi şehirlerde halen Ermeni nüfusun hızla düştüğü görülmektedir. Bu da şüphesiz dönemin yöneticilerinin uyguladığı politikaların bir sonucudur. Bu dönemde uygulanan politikaların ilginç bir yanı ise, günümüzdeki ismiyle doğu ve güneydoğu anadolu illerinde yürütülen politikaların sadece Ermeni değil diğer gayri muslim grupları da hedef aldığıdır.

 1920’lerde Klikya (şimdiki Akdeniz Bölgesi) ‘dan ve doğu vilayetlerinden’  ‘’göç etmiş Ermenilerin’’ ve şu an yurt dışında olup İstiklal Savaşına katılmamış olan vatandaşların, vatandaşlıklarının düşürüleceğine dair iki ilgiye değer yasa çıkarılmıştır. Bir şekilde evlerine dönebilmiş olan Ermeniler ise evlerinin ve topraklarının müslüman ‘’tebaya’’ ait vatandaşlarca sahiplenildiğine şahitlik etmişlerdir. (Hofman, Dr.Terassa, 2002)

  Söylemek mümkündür ki, 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin azınlık politikası kendinden önceki Osmanlı yöneticlerininkiyle aynı doğrultuda ancak daha serttir. Yukarda bahsedilen kanunların direct Ermeni vatandaşları hedef aldığı gerçeği gizlenme gereği hissedilmemiştir. Ancak bu politikanın ‘’başarılı sonuçları’’ belli ki Cumhuriyet yöneticilerini diğer azınlık ‘’sorunlarını da çözmeye ‘’ itmiştir. Kanunlar her ne kadar Ermenilere yönelik olsa da diğer gayri müslimler de bu kanunlardan nasibini almışlardır.

  Lozan anlaşmasının Sevr’e nazaran Ermenilere vaat ettikleri şeylerin sayısı ve cazibesi daha azdı. Lozan’da Türk tarafının başarısı görüşmelere gözlemci ve ABD şemsiyesinde katılan Ermeni tarafını batıya küstürmüs yorumu yapılabilir. Ermenistan’ın Sovyetler Birliğine dahlia ise zaten duygusal anlamda ayrılmış Türk ve Ermeni toplumlarının arasına daha sonradan Soğuk Savas sınırını da koyacaktır.

 Lozan’da azınlık sorununa büyük oranda çözüm bulan Türkiye Cumh'uriyeti iki savaş arası dönemde artık bu sorunla karşılaşmak durumunda kalmamıştır. Lozan’da aznlık tanımı tam da Tükiye’nin istediği haliyle, muğlak ve spesifik  bir topluluk adı taşımayacak biçimde kabul edişmiştir.Buna gore Türkiye’deki tüm gayri müslimler azınlıktır. Artık Türkiye Cumhuriyeti için ayrı ayrı bir Rum yahut Ermeni sorunu yoktur, gayri müslim yani azınlık vardır.  

  Türkiye’de İkinci Dünya Savaşına gelindiğinde izlediği denge politikası gereği zaman zaman Trakya ve İstanbulda’ki Yahudi vatandaşlara karşı olumsuz politikalar görülmüştür. Bunların en bilineni 1942’de çıkarılan Varlık Vergisidir. Esasen o dönem Almanya’nın sempatisini kazanmak için(Almanların Yunanistan’I işgal edip Türkiye sınırına dayanması da etkilidir)  ülkedeki Yahudilere yönelik çıkarılmış bir vergidir. Ancak tıpkı 1920’lerde olduğu gibi bu kanun tek bir azınlık grubu değil uygulamada tüm azınlıkları hedef almıştır. Öyle ki sonradan müslüman olmuş gayri müslimler bile… (Ayşe Hür, 2015, s. 1942 Varlık Vergisi Kanunu) Elbette bundan Türkiye’de az sayıda kalmış Ermeni yurttaş da büyük ölçüde etkilenmiştir. Gayri müslim esnaf ve iş adamlarına astronomik vergi yükleri çıkarılmış ve Varlık Vergisinin ağır yükünü kaldıramayan gayri müslim iş adamları Erzurumun Aşkale ilçesine sürgün edilmişlerdir.. Uygulamadan anlaşılacağı üzre Varlık Vergisinin asıl amacı bu meblağların ödenmesini sağlamak yahut onlara Erzurum’da kar temizletmek değildir. Gayri müslim esnaf ve iş adamlarının bu ağır yükleri ellerindeki mal varlıkların çok ucuza satmış, bu malları satın alanlar da tesadüf(!) eseri hep Müslüman vatnadaşlar olmuştur. Mecburiyetten satılan bu mallar, değerinin çok çok altında satılmıştır. Böylelikle hem vergi yükü altındakiler vergi borçlarını ödeyememiş hem de bu yolla gayri müslim burjuva ve orta direk Türklerin eline geçmiştir.

 Varlık Vergisi kanunu da tıpkı 1915 olayları gibi Türk ve Ermeni toplumları arasında kırılma noktalarından biri olmuştur. Buna benzer bir diğer kırılma noktası 6-7 Eylül Olayları olarak tarihe geçen, İstanbul’daki Rumları hedef alan pogrom kampanyasıdır. Bu kampanyada da Rumlar asıl hedef olmasına rağmen İstanbuldaki diğer azınlıklar, Yahudi ve Ermeniler de saldırılardan nasiplerini almışlardır.

 

c)    1970’ler ve ASALA

  1970’ler Soğuk Savaşın etkisiyle Ortadoğu ve dünyada bir çok gelişmenin yaşanmasına sahne oldu. Söz gelimi Ortadoğu Arap-İsrail savaşlarına, Amerika ve Doğu Avrupa ülkeleri askeri darbeler yaşadı. Asimetrik savaş türünün ilk örnekleri, sansasyonel eylem tarzları gene bu dönemde popülerlik kazanmıştır.

  ASALA örgütü 1900’lerin başında Ortadoğu’ya ‘’tehcir’’ edilmiş Ermenilerin çocukları tarafından ‘’Batı Ermenistan’ı kurtarmak’’ için kuruldu. Örgütün benimsediği yöntemler o dönem Filistin’li ve Sovyet destekli sol örgütlerinkinden farksızdı. (Mehmek Bicik, 2014, s. Ermeni Terör Örgütlerinin Türkiye’deki Terör Örgütleriyle İlişkileri) ASALA Türk diplomat ve siyasileri hem yurt içinde hem de yurt dışında hedef almaktaydı.  19. ve 20. yy’lardaki Ermeni silahlı örgütlerinden farkı ideolojisi ve kullandığı yöntemlerdir. Eylemlerini daha ziyade yurt dışındaki Türk temsilciliklerine yöneltmiştir. Bunun muhtemel sebebi Türkiye’de sayıca artık çok az Ermeni nüfusun kalmış olması dolayısıyla Türkiye’de eylemselliğini, tabanı olmadığından, sürdüremeyeceğini düsünmesi ve Ermeni Sorununu uluslararsı boyuta taşıma fikridir. Örgüt favori eylem sahası ise gene az önce sayılan sebepten ötürü hava limanlarıdır. 

ASALA’nın eylem tarzı, beklediği etkiyi yaratmamış, yurt dışındaki eylemleri ve Sovyet yanlısı ideolojisi, batılı ülkelerin de tepkisine neden olmuştur. Türk vatandaşlarının yanı sıra bir çok Batılı ülke vatandaşlarınının da ölümünden sorumludur. 7 Ağustos Esenboğa Havalimanı saldırısı 8 kişinin ölümüyle sonuçlanmış Türkiye’de gerçekleştirdiği en kanlı eylemlerden olmuştur. Bu eyleme karşı Türkiye’deki Ermeni toplumundan duygusal tepkiler gelmiş ve kınanmıştır. (Youtube, 2009, s. Ermeni diasporası ve asalayı protesto için fransa konsoloslugunda kendini yakan Ermeni Türk Vatandaşı)  

 

 

 

 

 

2)              Ermeniler Perpektifinden 1915 Olayı

 

 

a)    Soykırım Tanımı ve Uluslararası Hukuk

 Soykırım ifadesi İkinci Dünya Savaşının hemen ardından Polonyalı Yahudi Prof.Rafael Lemkin tarafından türetilmştir.

Soykırım ifadesi her ne kadar Holokost’dan sonra uluslararası hukuka girmişse de, tanımı icat Lemkin ve 1915 olaylarının soykırıım olduğunu savunanlar dahil bu tanımın esasen Ermenilere uygulanan politikadan sonra şekillendiğini savunmaktadır. Bu görüşü paylaşanlar aynı zamanda Ermeni ‘’tehcirinin’’ modern dünyadaki ilk sistematik soykırım olduğunu düşünmektedir. Nitekim Lemkin vediği bir mülakatta soykırım ifadesiyle neden ilgilendiği sorusuna ‘’...(soykırım) birçok defa yaşandı, örneğin Ermenilerin başına geldi. Ermenilerden sonra Hitler de harekete geçti(ilham aldı)... ) ifadelerini kullanmıştır. (Youtube, 2014, p. The Genocide Word by Raphael Lemkin #ArmenianGenocide).

 Soykırımın tanımını yapan BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin 2. Maddesi Roma Statüsüne 6. Madde olarak aynen geçirilmiştir. Buna göre bir eylemin soykırım olması için üç temel şart gerekmektedir.

 Bu üç şart özetle;

1.     Ulusal, ırksal, dini veya etnik bir grubun hedef alınması.

2.     Bu hedef grubun öldürülmesi ve yok edilmesine yönelik ‘’insanlık dışı’’ eylemlerin gerçekleştirilmesi.

3.     Ve bu eylemlere konu olanların sırf bu grubun üyesi oldukları için hedef alınmış olmaları...

Ermeni tezlerini savunanlar ‘’Ermeni Tehcirinde’’ bu üç şartın da karşılandığı fikrindedirler. Bunun tersini savunanlar ise ‘’sadece Ermenilerin değil, başka grupların da tehcir yasasına konu olduğunu, öldürme kastı değil sadece(!)  yer değiştirme amacı güdüldüğünü’’ iddia etmektedir. Bu karşılıklı iddialar tarafları birbirlerinin savlarını çürütecek tarihi belgeler bulmaya itmiştir. Ancak bu belgeler ve belgelerin doğruluğu bu çalışmanın konusu değildir.

 Uluslararası Adalet Divanı Statüsü madde 38 anlaşmazlık durumlarında kullanılacak maddelerı saymıştır. Buna göre;

‘’ Kendisine sunulan uyuşmazlıkları uluslararası hukuka uygun olarak çözmekle görevli olan Divan :
a) uyuşmazlık durumundaki devletlerce açık seçik kabul edilmiş kurallar koyan, gerek genel gerekse özel uluslararası antlaşmaları;
b) hukuk olarak kabul edilmiş genel bir uygulamanın kanıtı olarak uluslararası yapılagelmiş kurallarını;
c) uygar uluslarca kabul edilen genel hukuk ilkelerini;
d) 59. Madde hükmü saklı kalmak üzere, hukuk kurallarının belirlenmesinde yardımcı araç olarak adli kararları ve çeşitli ulusların en yetkin yazarlarının öğretilerini uygular.’’

 Daha sade bir ifadeyle anlaşmazlık durumlarında başvurulacak kaynaklar arasında, ictihatlar, uluslararası sözleşmeler ve protokoller de vardır. Burdan hareketle Ermeni tezini savunanlar çeşitli tarihlerde verilmiş mahkeme kararlarını gerekçe gösterirler. Bunlarda birisi Chorzow Farbrikası (Wikipedia, Chorzów Factory Case) kararıdır. Bu karara göre uluslararası hukuku ihlal etmiş devletin bunu hem maddi hem de manevi olarak karşılama yükümlülüğü bulunmaktadır bu aynı zamanda fiilin vazgeçilmez sonucudur. Burda hareketle ‘’ubi jus, ibi remedium’’ ilkesi gereği, ‘’soykırımda payı olan kişilerin cezalandırılması ve ellerinden alınan malların geri iade edilmesi talepleri dillendirilmiştir.

 Soykırımda payı olan devlet yetkililerinin yargılanması girişimi, o zamanın şartları gereği, mümkün olamamıştır. Zira insanlık tarihi gerçek manada bir uluslararası suç mahkesini ancak İkinci Dünya Savaşında sonra görebilecektir. Bugün ise soykırımcı olduğu iddia edilen hiç kimse hayatta değildir ve ‘’ubi jus, ibi remedium’’ ilkesinin gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Ancak Sevr Anlaşması gereği dönemin meşru hükümeti, yani saltanat hükümeti ‘’Hristiyan azınlığa karşı işlenen suçların suçlularının bulunması ve cezalandırılması için soruşturma açacaağını’’ taahüt etmiştir. (Zayas, s. 2-3 THE ARMENIAN GENOCIDE AND INTERNATIONAL LAW). Henüz Sevr anlaşması imzalanmamışken bile İstanbul’da suçları araştırmak için bir mahkeme kurulmuş ve suçlu olduklarına hükmedilen üç Osmanlı memuru idam edilmiştir. Tüm bunlar dönemin meşru hükümetinin, ki aynı zamanda söz konusu tehcir yasalarını da çıkaran hükümettir, Ermeniler ve diğer gayri müslimlere karşı suç işlendiğini kabul ettiği anlamına gelebilmektedir.

Günümüzde ise mültecilerin sürüldükleri topraklarına dönme hakkıyla ilgili içtihat kararlar mevcutur. Ancak soykırım iddialarına karşı çıkan tarafın itiraz noktası ise kanunların makabla şamil olmaması ilkesidir. Yani yasaların geriye dönük olmaması... Ancak yukarda da bahsi geçtiği gibi Holocaust kadar Ermeni ‘’tehciri’’, en azından Soykırım terimini hukuka kazandıranlar nezdinde, Soykırım yasalarının oluşmasını hızlandıran tarihi bir vakadır. (Zayas, s. (Zayas, s. 2-3 THE ARMENIAN GENOCIDE AND INTERNATIONAL LAW)

b)   Ermeni Toplumu Açısından 1915 

 Ermeniler açısından ise 24 Nisan 1915 bir uluslararası hukuk tartışmasından çok ulusal bir travmadır. Bu tarihin soykırım olarak tanınması ise ulusal bir dava... On yıllardır Ermeniler hem diaspora hem Ermenistan hükümeti üçüncü ülkelerde bu tarihin Soykırım olarak tanınması için muazzam efor sarfetmekte. Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti de lobiler ve hükümetler nezdinde bunun karşıtını yapmaktadır. Neticede her iki taraf da somut sunuçlar elde edemediği bir mücadelede kaynaklarını heba etmekte iki toplum arasında duvarlar yıkılamamaktadır.

 Ermeniler için o dönem kaybettikleri insanlar birer ‘’şehit’’ ve hatıralarının yaşatılması gerekir. (Ardziv Makriküği, s. http://ermenikulturu.com/1915-sehitleri-ermeni-aydinlar/). 1915’de yitirdikleri adına anıtlar yapmış, şarkılar, ağıtlar yakılmış ve kitaplar, şiirler yazılmıştır. Bu gün her iki taraf da 1915’in bir dram olduğunda hemfikirdir. Farkı ise Tür tarafı bu dramın kendilerini Ermeniler ise asıl kendilerinin yaşadığını savunur. Türk tarafında ise Ermenilerle hemfikir olanların sayısı çok azken Ermeni tarafı (Aslında Türkler dışında hiç kimse) bunun Türklere yönelik bir dram olduğu görüşüne katılmaz.

 Türkiye’de yaşayan Ermenilerin ise günümüzdeki en büyük şikayeti kaybettikleri yakınlarını anamamak, o dönemden kalan hatıraların izinin silinmeye çalışımasıdır. Bunun için de türetilmiş bir kavram ‘’mémoricide’’ ifadesi kullanılır. (AGOS, 2016, s. http://www.agos.com.tr/tr/yazi/17327/turkiye-ermenileri-icin-1915teki-soykirim-sonrasinda-hafiza-kirim-ile-devam-etti). Gene bu konuyla ilgili Türkiye’deki Ermeniler atalarından kalan  tarihi kalıntıların tahrip edilmesinden dert yanmaktadır.  (BirGün, 2016, s. https://www.birgun.net/haber-detay/ermeni-tehcirinden-kalan-izler-sergi-oldu-109820.html)

Çalışma hazırlanırken okuma fırsatı bulunan kaynaklardan ve kişisel gözlemlerden edinilen intibah, Ermenilerin ‘’1800’lerden bu yana haksızlığa uğradıklarını, zulm gördüklerini, barışçıl bölgesel özerklik taleplerinin bile reddedildiğini ve sistematik olarak kıyıma uğradıklarını’’ düşüncesine duygusal olarak çok bağlı olduğudur. Sadece 1915 değil, Varlık Vergisi  gibi ‘’mülkiyetin yeniden paylaştırılması’’ bununla asimilasyon politikalarının finansa edildiği fikirleri, 24 Nisan 1915’in ''Soykırım'' olduğu fikri kadar Ermeni toplumunu duygusal olarak etkileyen vakalar da mevcuttur. (USHMM, https://www.ushmm.org/wlc/tr/article.php?ModuleId=10008189)


 SONUÇ

 Sonuç olarak çalışma hukuki ve tarihi tartışmalara yüzeysel yaklaşmıs daha çok yüzyıllardır süren politikaların iki toplum üzerinde bıraktığı etkiye değinmeye çalışmıştır. Asırlık Türk-Ermeni ilişkileri elbette sadece bu çalışmada geçen olaylardan ibaret değildir. Sözgelimi, 1896 Banka baskını, Yıldız Sarayı Suikasti, Hamidiye Alayları gibi önemli tarihi olaylar çalışmanın boyutlarını aşmaması açışından, bahsedilmemiştir. Bununla birlikte çalışmada geçen örnek olaylar ve değinilen konular iki toplumun dünü ve bugününü anlatmak açısından yeterli görülmüştür.

 Soykırımın hukuki tanımının ‘’Ermeniler Perpektifinden 1915 Olayı’’ başlığı altında verilmesi, Ermeni iddialarının hukuki boyutla olan ilgisini bütünleşik biçimde ele alma çabasından ötürüdür. Soykırım kavramı uluslararası hukukta yeni bir kavram olarak değerlendirilir. Şahsi kanaatimiz ise ‘’yeni’’ değil (tanımlanmakta) geç kalınmış bir kavram olduğudur. Bunun sebebi ise kavramın devletlerin üzerinde uzlaşmakta zorlandığı bir kavram olmasıdır.  Çalışmada soykırım suçlarıyla ilgili içtihat oluşturan kararlar ve hazırlanan raporlara yer verilerek olayın daha iyi anlaşılması ve emsallerle kıyaslanması amaçlanmıştır. Ermeni tezlerini savunanlar 1915’i çoğunlukla Holocaust’la kıyaslamıştır. Ancak 20. yy’da 1915’i andıran birden fazla vaka yaşanmıştır, Ruanda örnei gibi.

  Soykırım kavramı hemen hemen her ulus devletin yüzleşebileceği bir suçlamadır. Bugünün en ileri demokrasiye sahip olduğu düşünülen hükümetleri tarihinde sömürgeciliği barındırır. Ve hemen hemen hepsi en az bir defa üçüncü dünya ülkeleri ya da rakip bir devletin ‘’soykırım işleme’’ suçlamasına maruz kalabilir. Ermeni meselesi özelinde Türkiye’nin kendini ‘’savunma’’ yollarından biri de Ermeni iddialarına destek veren ülkeleri soykırımcı olmak itham etmesidir. Örneğin, Ermeni Diasporasının güçlü olduğu Fransa, Ermeni iddialarıa, gerk toplumsal gerek hükümet bazında, en sempatiyle yaklaşan ülkedir. Buna karşı Türkiye’nin refleksi ise Fransa’nın Cezayir’de soykırım işlediği suçlamasıdır. Ancak bu tür tepkiler Fransa’yı zayıflatmadığı gibi Ermeni meselesinin çözümüne de katkı sunmamaktadır.

  Girişte ‘’hem nalına hem mıhına’’ bakış açısının Ermeni meselesi nezdinde işlevsiz olduğu savı sunulmuştur ancak bazı durumlarda her iki tarafın sorumsuz ve aynı düzeyde hatalı olduğunu söylemek bu sava ihanet etmek olmayacaktır. Nitekim iki toplum arasında çözülmesi gereken bir meseleyi üçüncü ülkelerde çözmeye çalışmak iki tarafın imza attığı hataların başında gelmektedir. Çalışmada değinilmemiştir ancak (bunun da sebebi gene ayrı bir çalışma konusu olacak kadar geniş olmasıdır.) medya ve toplumun bazı kesimlerinde yer etmiş ön yargılar ırkcı söylemler iki halk arasındaki duvarın tuğlaları gibidir.  

  Meselenin çözümüne dair atılması gereken birincil adımın, tarihi belgeleri açmak dışında, iki toplum arasında ilişkileri tekrar güçlendirmek olduğunu savunmaktayız. Yukarda değinildiği gibi soykırım kavramı hükümetlerin üzerinde uzlaşmasının zor olduğu bir alandır. Bu yüzden, Ermeni sorunu özelinde, çözümün kısır tartışmalarla değil, halklara havale edilmesiyle geleceğini düşünmekteyiz. Bua yönelik bir takım STK’ların girişimleri ayrı bir araştırma konusu olabilir. Ancak sivil toplum marifetiyle kat edilen çözüm yolunun hükümetler eliyle kat edilenden fersah fersah fazla olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.