GİRİŞ
Bu çalışmada tarihin akışı içerisinde
Ermeni ve Türk toplumlarının yollarının nasıl kesiştiği ve birbirleri üzerinde
nasıl etkileşimde bulundukları irdelenmeye çalışılmıştır. Bazı tarihçiler
Ermeni ve Türklerin Osmanlı Devleti öncesinde de etkileşime girdiklerini
savunmuş ve Türk-Ermeni ilişkilerini bu çalışmada geçen tarihlerden çok
öncesine dayandırmışlardır. Ancak bu çalışmada, hem çalışmanın bir tarih bilimi
çalışması olmaması hem de konusunun iki toplumun ilişkilerinin ne kadar eski
olduğunu ispatlamaya çalışmaması sebebiyle, ilişkiler Osmanlı Devletinin erken
dönemlerinden itibaren ele alınmıştır.
İki toplum arasındaki ilişkilerin kırılma
noktasının 19. yy’ın sonu ve 20. yy’ın başlarında başlayan, Ermenilerin soykırım, Türk resmi
tarihinini ise ‘’tehcir’’ diye adlandırdığı olaylar dizisi olduğu fikri
savulnulmaktadır. Ermeni toplumunu diğer gayri müslim ‘’tebadan’’ ayıran özelliklerinin
belirtilmesi, bunların Osmanlı toplumunda Ermenilere ve Ermenilerin diğer ‘’tebalara’’
bakış açışının ne olduğu üzerinden yürütülen bir yöntem kullanılmaya
çalışılmıştır.
Her ne kadar çalışma amacını
soykırım/tehcir vakasında kimin haklı veya kimin haksız olduğu tartışmasından
uzak tutsak da, akademik bir tartışma çerçevesinde, tarihin yanlış olduğunu
ispatladığı bir takım politikalara da yanlış deme cürreti gösterilmştir.
Bunların tarafgirlik olarak algılanmaması ve akademik birer bakış açışı olarak kabul edilmesi temenni edilir. Kaynak olarak alınan akademisyenlerin
çalışmalarındaki görüşler bu çalışmada ne eleştirilmiş ne de savunulmuştur.
Sadece ilgili kısımlarlar ilgili bölümler kaynak gösterilmiştir.
Osmanlı erken dönemlerinden 19. yy
sonlarına dek süregelen iyi ilişkierin bozulup iki toplumu kanlı bıçaklı bir
hale gelmesinin ‘dış güçlerin oyunu’ yahut basit bir ‘milliyetçilik akımı’
olarak ele alınılamayacağı fikrindeyiz. Bu bilimsel olmayan ancak rağbet gören
savların yerine dönemin devlet yönetiminin imza attığı eksik ve yanlış
politikaların irdenlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Hatırlatmakta yarar var ki
bu bir tarih çalışması değildir. Bu nedenle üzerinde tarihi tartışma(lar) bulunmayan kesinliğinden şüphe edilmeyen
politika, yasa ve anlaşmaların ilişkileri nasıl etkilediği sorularının
irdelenmesine özen gösterilmiştir.
Bu tür çalışmalar statik değil dinamik bir karaktere sahiptirler ve uygun bir zamanda eksikliklerinin giderilip tam anlamıyla bir akademik çalışma ortaya koyma fikri ileriki zamanlarda ortaya çıkabilir.
1)
Türk
Ermeni İlişkileri
a)
Osmanlı
Dönemi
1639 Osmanlı-Safavi savaşlarından sonra
Ermeni coğrafyasının 9/10’u Osmanlı hakimiyetine geçmiştir.
Osmanlı hakimiyetinde Ermeniler diğer gayr-i
muslimlerin tabi olduğu Şeriat yasalarına tabiydi. Buna göre vergilendirilip,
bazı hizmetlerden (memuriyet, askerlik vs.) ‘’muaf’’ tutulmaktaydılar. Osmanlı’da esasen toplum ‘’millet sistemine’’
göre yönetilmekteydi. Buna göre Rum milleti, Ermeni milleti ve Müslüman milleti
vs. kendi içinde, cizye vergisi ve diğer Şeriati şartları yerine getirdikleri
sürece, dini ve kültürel haklarını yaşamakta serbesttiler. Sultan’ın ‘’tebası’’
olmayı kabul etmek de diğer şartlardandı. Diğer bir deyişle Osmanlı millet
sistemindeki millet ifadesi Arapça’daki anlamıyla dini bir topluluğa işaret
etmekteydi. Millet kelimesinin ‘’ulus’’ anlamı alması ise 19.yy ‘da
gerçekleşti.
19.
yy’da impartorluğun zayıflaması, batı ve kuzeyindeki rakipleri tarafından baskı
altına alınması yönetimi askeri, siyasi ve hukuki ‘’reformlar’’ yapmaya
zorlamıştır. Reformların odağında ilk sırada ordu ikinci sıradaysa ‘’iç
işlerine karışma bahanesi’’ olduğu düşünülen azınlıklar vardı. Devlet
yönetiminde Batıya karşı geri kalmışlığın çaresinin orduyu modernize etmekten
geçtiği yanlış varsayımının benzeri batıyı iç işlerden uzak tutmanın yolunun
azınlıklara göstermelik haklar vermek olduğu düşüncesi hakim oldu. Bu anlamda
Osmanlı azınlık haklarını ilk defa Rus-Osmanlı savaşı sonunda imzalanan Edirne
Anlaşması sonrası gündeme aldı. Azınlık haklarının düzenlenmesinin bir askeri
hezimetten sonra gündeme alınması o dönemki yönetimin vakaya bakış açısını
göstermesi açısından ilginçtir. Bu anlaşmaan sonra Osmanlı Devleti Hristiyan
azınlıkların, ve elbette Ermenilerin, ‘’hakları hakkında bir takım
düzenlemelere gitmiştir. Bundan on yıl sonra ise Gülhane Hatı-ı Hümayun ilan
edilip, artık hak tanıma/düzenleme yerine tüm azınlıklar için ‘’eşit vatandaş’’
olduğu görüşü benimsenecekti. Ancak bu anayasal düzenleme de Kırım Savaşı
sonrasında iptal edildi. Böylelikle Osmanlı yönetiminin günü kurtarmak ve
batılı rakiplerinin ağzına bir parmak bal çalmak için giriştiği azınlık
düzenlemeleri sürecinden bir sonuç ortaya çıkmadı ve herşey en baştaki halini
aldı.
Ermenilerin Osmanlı toplumunda, günümüzde
sıkça telaffuz edildiği ve soykırım ‘’iddialarının çürütülmesi’’ adına
popülerlik kazanmış olan ‘’milleti sadıka’’ ünvanına sahiptiler. Bu ünvanın
ortaya çıkmasının muhtemel sebepleri aynı zamanda Ermenileri diğer geyr-i
müslimlerden ayıran özellikleriyle aynıdır. Şahsi kanaatim Ermeniler’in
Yunanlılar, Sırplar ya da Musevilerin aksine çoğunlukla doğu illerinde yaşıyor olması,
diğer bir deyişle daha oryantal oluşları Osmanlı ‘’tebasının’’ geri kalanıyla
kültürel anlamda daha yakın olmalarını sağlar. Nitekim, ülkenin doğusundaki
müslüman ‘’tebadan’’ Kürtlerle, Hristiyan ‘’tebadan’’ Ermeniler birçok kültürel
öğeyi, folklor, dans, muzik, yemek, bayramlar (Örneğin halen de kutlanan
Vartivar Bayramı), sözcükler vs. paylaşmaktaydı. Hristiyan Ermeni ‘’teba’’ Müslüman
Arap ‘’teba’’ ile de iç içe yaşamıştır. Hatta Karadeniz’de İslamı seçen Hemşin
Ermenilerini görmek mümkündür. Gene bu
ünvanın diğer br muhtemel gerekçesi Batı vilayetlerindeki garyi müslim ‘’teba’’
19. yy sonu ve 20. yy başında ayaklanmışken Ermenilerin bu tür taleplerden ya
tümden uzak ya da çok daha ‘’makul’’ kültürel özerklik, vergi indirimi gibi
taleplerle yetinmesidir. Yunan ayaklanmasından sonra Osmanlı devlet
kademelerinde Yunan memurlar yerine Ermeni memurların, katiplerin sayısının
artması
b) Cumhuriyet
Dönemi
1923’e gelindiğinde 1909’da
Adana’da başlayan, 1915’de zirveyi gören ve 1920’lere dek süren kampanya
sonucunda artık Türkiye’de bir Ermeni azınlıktan bahsetmek mümkün değildir. Nitekim
on yılı aşan bu süreçte Ermeni mülteciler ve Ermeni diasporası kavramları ortaya
çıkmıştır. 1923’den sonra artık büyük ölçüde Türkiye sınırlarının dışında kalan
Ermeni nüfus BM (o dönem Milletler Cemiyeti) nezdinde Türkiye’nin
politikalarına karşı harekata geçmiştir. Bunun bir diğer sebebi de Ermenilerin
Lozan’dan istedikleri sonucu alamamalarıdır.
1915 senesi her ne kadar sembolleşmiş haldeyse
de Ermeni kaynakları 1909 Adana olaylarının ‘’soykırımın başlangıcı’’ olduğunu
savunur. Adana olayları Ermeniler tarafından ‘’katliam’’ Türkler, yerelde
Adana, tarafında ise ‘’Kaçkaç vakası’’ diye anılır ve her iki taraf da katliamı
gerçekleştirenin diğer taraf olduğunu savunur. Bu tarihe dek Adana Ermeni
toplumunun yoğunlukta yaşadığı, valiler çıkardığı bir şehirdi. Söz gelimi
şehrin sembollerinden Büyük Saat’i yaptıran Adana’nın o dönemki Ermeni
valisidir. Ancak 1909 tarihinden sonra Adana’da nerdeyse hiç Ermeni nüfus
kalmamıştır. Çıkarılan tehcir yasasıyla Suriye’ye sürülmüşlerdir. Bugün bile
halen Halep ve İdlip’de yaşayan Ermenilerden orta yaşlı olanlar Türkçe
bilmektedir.
1920’lere
gelindiğinde Diyarbakır, Mardin ve Elazığ gibi şehirlerde halen Ermeni nüfusun
hızla düştüğü görülmektedir. Bu da şüphesiz dönemin yöneticilerinin uyguladığı
politikaların bir sonucudur. Bu dönemde uygulanan politikaların ilginç bir yanı
ise, günümüzdeki ismiyle doğu ve güneydoğu anadolu illerinde yürütülen
politikaların sadece Ermeni değil diğer gayri muslim grupları da hedef
aldığıdır.
1920’lerde Klikya (şimdiki Akdeniz Bölgesi)
‘dan ve doğu vilayetlerinden’ ‘’göç
etmiş Ermenilerin’’ ve şu an yurt dışında olup İstiklal Savaşına katılmamış
olan vatandaşların, vatandaşlıklarının düşürüleceğine dair iki ilgiye değer
yasa çıkarılmıştır. Bir şekilde evlerine dönebilmiş olan Ermeniler ise
evlerinin ve topraklarının müslüman ‘’tebaya’’ ait vatandaşlarca sahiplenildiğine
şahitlik etmişlerdir.
Söylemek mümkündür ki, 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin azınlık
politikası kendinden önceki Osmanlı yöneticlerininkiyle aynı doğrultuda ancak
daha serttir. Yukarda bahsedilen kanunların direct Ermeni vatandaşları hedef
aldığı gerçeği gizlenme gereği hissedilmemiştir. Ancak bu politikanın
‘’başarılı sonuçları’’ belli ki Cumhuriyet yöneticilerini diğer azınlık
‘’sorunlarını da çözmeye ‘’ itmiştir. Kanunlar her ne kadar Ermenilere yönelik
olsa da diğer gayri müslimler de bu kanunlardan nasibini almışlardır.
Lozan anlaşmasının Sevr’e nazaran Ermenilere vaat ettikleri şeylerin
sayısı ve cazibesi daha azdı. Lozan’da Türk tarafının başarısı görüşmelere
gözlemci ve ABD şemsiyesinde katılan Ermeni tarafını batıya küstürmüs yorumu
yapılabilir. Ermenistan’ın Sovyetler Birliğine dahlia ise zaten duygusal
anlamda ayrılmış Türk ve Ermeni toplumlarının arasına daha sonradan Soğuk Savas
sınırını da koyacaktır.
Lozan’da azınlık sorununa büyük oranda çözüm
bulan Türkiye Cumh'uriyeti iki savaş arası dönemde artık bu sorunla karşılaşmak
durumunda kalmamıştır. Lozan’da aznlık tanımı tam da Tükiye’nin istediği
haliyle, muğlak ve spesifik bir topluluk
adı taşımayacak biçimde kabul edişmiştir.Buna gore Türkiye’deki tüm gayri
müslimler azınlıktır. Artık Türkiye Cumhuriyeti için ayrı ayrı bir Rum yahut
Ermeni sorunu yoktur, gayri müslim yani azınlık vardır.
Türkiye’de İkinci Dünya Savaşına gelindiğinde izlediği denge politikası
gereği zaman zaman Trakya ve İstanbulda’ki Yahudi vatandaşlara karşı olumsuz politikalar
görülmüştür. Bunların en bilineni 1942’de çıkarılan Varlık Vergisidir. Esasen o
dönem Almanya’nın sempatisini kazanmak için(Almanların Yunanistan’I işgal edip
Türkiye sınırına dayanması da etkilidir)
ülkedeki Yahudilere yönelik çıkarılmış bir vergidir. Ancak tıpkı
1920’lerde olduğu gibi bu kanun tek bir azınlık grubu değil uygulamada tüm
azınlıkları hedef almıştır. Öyle ki sonradan müslüman olmuş gayri müslimler
bile…
Varlık Vergisi kanunu da tıpkı 1915 olayları
gibi Türk ve Ermeni toplumları arasında kırılma noktalarından biri olmuştur.
Buna benzer bir diğer kırılma noktası 6-7 Eylül Olayları olarak tarihe geçen,
İstanbul’daki Rumları hedef alan pogrom kampanyasıdır. Bu kampanyada da Rumlar
asıl hedef olmasına rağmen İstanbuldaki diğer azınlıklar, Yahudi ve Ermeniler
de saldırılardan nasiplerini almışlardır.
c) 1970’ler ve ASALA
1970’ler
Soğuk Savaşın etkisiyle Ortadoğu ve dünyada bir çok gelişmenin yaşanmasına sahne
oldu. Söz gelimi Ortadoğu Arap-İsrail savaşlarına, Amerika ve Doğu Avrupa
ülkeleri askeri darbeler yaşadı. Asimetrik savaş türünün ilk örnekleri,
sansasyonel eylem tarzları gene bu dönemde popülerlik kazanmıştır.
ASALA örgütü 1900’lerin başında Ortadoğu’ya ‘’tehcir’’ edilmiş
Ermenilerin çocukları tarafından ‘’Batı Ermenistan’ı kurtarmak’’ için kuruldu.
Örgütün benimsediği yöntemler o dönem Filistin’li ve Sovyet destekli sol örgütlerinkinden
farksızdı.
ASALA’nın eylem tarzı, beklediği etkiyi
yaratmamış, yurt dışındaki eylemleri ve Sovyet yanlısı ideolojisi, batılı
ülkelerin de tepkisine neden olmuştur. Türk vatandaşlarının yanı sıra bir çok
Batılı ülke vatandaşlarınının da ölümünden sorumludur. 7 Ağustos Esenboğa
Havalimanı saldırısı 8 kişinin ölümüyle sonuçlanmış Türkiye’de gerçekleştirdiği
en kanlı eylemlerden olmuştur. Bu eyleme karşı Türkiye’deki Ermeni toplumundan
duygusal tepkiler gelmiş ve kınanmıştır.
2)
Ermeniler
Perpektifinden 1915 Olayı
a) Soykırım
Tanımı ve Uluslararası Hukuk
Soykırım ifadesi İkinci Dünya
Savaşının hemen ardından Polonyalı Yahudi Prof.Rafael Lemkin tarafından
türetilmştir.
Soykırım ifadesi
her ne kadar Holokost’dan sonra uluslararası hukuka girmişse de, tanımı icat
Lemkin ve 1915 olaylarının soykırıım olduğunu savunanlar dahil bu tanımın
esasen Ermenilere uygulanan politikadan sonra şekillendiğini savunmaktadır. Bu
görüşü paylaşanlar aynı zamanda Ermeni ‘’tehcirinin’’ modern dünyadaki ilk
sistematik soykırım olduğunu düşünmektedir. Nitekim Lemkin vediği bir mülakatta
soykırım ifadesiyle neden ilgilendiği sorusuna ‘’...(soykırım) birçok defa
yaşandı, örneğin Ermenilerin başına geldi. Ermenilerden sonra Hitler de
harekete geçti(ilham aldı)... ) ifadelerini kullanmıştır.
Soykırımın tanımını yapan BM Soykırım Suçunun
Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin 2. Maddesi Roma Statüsüne
6. Madde olarak aynen geçirilmiştir. Buna göre bir eylemin soykırım olması için
üç temel şart gerekmektedir.
Bu
üç şart özetle;
1.
Ulusal,
ırksal, dini veya etnik bir grubun hedef alınması.
2.
Bu
hedef grubun öldürülmesi ve yok edilmesine yönelik ‘’insanlık dışı’’ eylemlerin
gerçekleştirilmesi.
3.
Ve
bu eylemlere konu olanların sırf bu grubun üyesi oldukları için hedef alınmış olmaları...
Ermeni tezlerini savunanlar ‘’Ermeni Tehcirinde’’ bu üç şartın da karşılandığı fikrindedirler. Bunun tersini savunanlar ise ‘’sadece Ermenilerin değil, başka grupların da tehcir yasasına konu olduğunu, öldürme kastı değil sadece(!) yer değiştirme amacı güdüldüğünü’’ iddia etmektedir. Bu karşılıklı iddialar tarafları birbirlerinin savlarını çürütecek tarihi belgeler bulmaya itmiştir. Ancak bu belgeler ve belgelerin doğruluğu bu çalışmanın konusu değildir.
Uluslararası Adalet Divanı Statüsü madde 38
anlaşmazlık durumlarında kullanılacak maddelerı saymıştır. Buna göre;
‘’ Kendisine sunulan uyuşmazlıkları uluslararası
hukuka uygun olarak çözmekle görevli olan Divan :
a) uyuşmazlık durumundaki devletlerce açık seçik kabul edilmiş kurallar koyan, gerek
genel gerekse özel uluslararası antlaşmaları;
b) hukuk olarak kabul edilmiş genel bir uygulamanın kanıtı olarak uluslararası
yapılagelmiş kurallarını;
c) uygar uluslarca kabul edilen genel hukuk ilkelerini;
d) 59. Madde hükmü saklı kalmak üzere, hukuk kurallarının belirlenmesinde
yardımcı araç olarak adli kararları ve çeşitli ulusların en yetkin yazarlarının
öğretilerini uygular.’’
Daha sade bir ifadeyle
anlaşmazlık durumlarında başvurulacak kaynaklar arasında, ictihatlar,
uluslararası sözleşmeler ve protokoller de vardır. Burdan hareketle Ermeni
tezini savunanlar çeşitli tarihlerde verilmiş mahkeme kararlarını gerekçe
gösterirler. Bunlarda birisi Chorzow
Farbrikası
Soykırımda payı olan
devlet yetkililerinin yargılanması girişimi, o zamanın şartları gereği, mümkün
olamamıştır. Zira insanlık tarihi gerçek manada bir uluslararası suç mahkesini
ancak İkinci Dünya Savaşında sonra görebilecektir. Bugün ise soykırımcı olduğu
iddia edilen hiç kimse hayatta değildir ve ‘’ubi jus, ibi remedium’’ ilkesinin gerçekleştiğini söylemek mümkün
değildir. Ancak Sevr Anlaşması gereği dönemin meşru hükümeti, yani saltanat
hükümeti ‘’Hristiyan azınlığa karşı işlenen suçların suçlularının bulunması ve
cezalandırılması için soruşturma açacaağını’’ taahüt etmiştir.
Günümüzde ise mültecilerin sürüldükleri topraklarına dönme
hakkıyla ilgili içtihat kararlar mevcutur. Ancak soykırım iddialarına karşı
çıkan tarafın itiraz noktası ise kanunların makabla şamil olmaması ilkesidir.
Yani yasaların geriye dönük olmaması... Ancak yukarda da bahsi geçtiği gibi
Holocaust kadar Ermeni ‘’tehciri’’, en azından Soykırım terimini hukuka
kazandıranlar nezdinde, Soykırım yasalarının oluşmasını hızlandıran tarihi bir
vakadır.
b) Ermeni Toplumu Açısından 1915
Ermeniler açısından ise 24 Nisan 1915 bir uluslararası hukuk tartışmasından çok ulusal bir
travmadır. Bu tarihin soykırım olarak tanınması ise ulusal bir dava... On
yıllardır Ermeniler hem diaspora hem Ermenistan hükümeti üçüncü ülkelerde bu
tarihin Soykırım olarak tanınması için muazzam efor sarfetmekte. Aynı şekilde
Türkiye Cumhuriyeti de lobiler ve hükümetler nezdinde bunun karşıtını
yapmaktadır. Neticede her iki taraf da somut sunuçlar elde edemediği bir
mücadelede kaynaklarını heba etmekte iki toplum arasında duvarlar
yıkılamamaktadır.
Ermeniler için o dönem kaybettikleri insanlar
birer ‘’şehit’’ ve hatıralarının yaşatılması gerekir.
Türkiye’de yaşayan Ermenilerin ise günümüzdeki
en büyük şikayeti kaybettikleri yakınlarını anamamak, o dönemden kalan
hatıraların izinin silinmeye çalışımasıdır. Bunun için de türetilmiş bir kavram
‘’mémoricide’’ ifadesi kullanılır.
Çalışma hazırlanırken okuma fırsatı bulunan kaynaklardan ve kişisel gözlemlerden edinilen intibah, Ermenilerin
‘’1800’lerden bu yana haksızlığa uğradıklarını, zulm gördüklerini, barışçıl
bölgesel özerklik taleplerinin bile reddedildiğini ve sistematik olarak kıyıma
uğradıklarını’’ düşüncesine duygusal olarak çok bağlı olduğudur. Sadece 1915 değil, Varlık Vergisi gibi
‘’mülkiyetin yeniden paylaştırılması’’ bununla asimilasyon politikalarının
finansa edildiği fikirleri, 24 Nisan 1915’in ''Soykırım'' olduğu fikri kadar Ermeni toplumunu duygusal olarak etkileyen vakalar da mevcuttur.
SONUÇ
Sonuç
olarak çalışma hukuki ve tarihi tartışmalara yüzeysel yaklaşmıs daha çok
yüzyıllardır süren politikaların iki toplum üzerinde bıraktığı etkiye değinmeye
çalışmıştır. Asırlık Türk-Ermeni ilişkileri elbette sadece bu çalışmada geçen
olaylardan ibaret değildir. Sözgelimi, 1896 Banka baskını, Yıldız Sarayı
Suikasti, Hamidiye Alayları gibi önemli tarihi olaylar çalışmanın boyutlarını
aşmaması açışından, bahsedilmemiştir. Bununla birlikte çalışmada geçen örnek
olaylar ve değinilen konular iki toplumun dünü ve bugününü anlatmak açısından
yeterli görülmüştür.
Soykırımın
hukuki tanımının ‘’Ermeniler
Perpektifinden 1915 Olayı’’ başlığı altında verilmesi, Ermeni iddialarının
hukuki boyutla olan ilgisini bütünleşik biçimde ele alma çabasından ötürüdür.
Soykırım kavramı uluslararası hukukta yeni bir kavram olarak değerlendirilir.
Şahsi kanaatimiz ise ‘’yeni’’ değil (tanımlanmakta) geç kalınmış bir kavram
olduğudur. Bunun sebebi ise kavramın devletlerin üzerinde uzlaşmakta zorlandığı
bir kavram olmasıdır. Çalışmada soykırım
suçlarıyla ilgili içtihat oluşturan kararlar ve hazırlanan raporlara yer
verilerek olayın daha iyi anlaşılması ve emsallerle kıyaslanması amaçlanmıştır.
Ermeni tezlerini savunanlar 1915’i çoğunlukla Holocaust’la kıyaslamıştır. Ancak
20. yy’da 1915’i andıran birden fazla vaka yaşanmıştır, Ruanda örnei gibi.
Soykırım kavramı hemen hemen her ulus devletin yüzleşebileceği bir
suçlamadır. Bugünün en ileri demokrasiye sahip olduğu düşünülen hükümetleri
tarihinde sömürgeciliği barındırır. Ve hemen hemen hepsi en az bir defa üçüncü
dünya ülkeleri ya da rakip bir devletin ‘’soykırım işleme’’ suçlamasına maruz
kalabilir. Ermeni meselesi özelinde Türkiye’nin kendini ‘’savunma’’ yollarından
biri de Ermeni iddialarına destek veren ülkeleri soykırımcı olmak itham
etmesidir. Örneğin, Ermeni Diasporasının güçlü olduğu Fransa, Ermeni
iddialarıa, gerk toplumsal gerek hükümet bazında, en sempatiyle yaklaşan
ülkedir. Buna karşı Türkiye’nin refleksi ise Fransa’nın Cezayir’de soykırım
işlediği suçlamasıdır. Ancak bu tür tepkiler Fransa’yı zayıflatmadığı gibi
Ermeni meselesinin çözümüne de katkı sunmamaktadır.
Girişte ‘’hem nalına hem mıhına’’ bakış açısının Ermeni meselesi
nezdinde işlevsiz olduğu savı sunulmuştur ancak bazı durumlarda her iki tarafın
sorumsuz ve aynı düzeyde hatalı olduğunu söylemek bu sava ihanet etmek
olmayacaktır. Nitekim iki toplum arasında çözülmesi gereken bir meseleyi üçüncü
ülkelerde çözmeye çalışmak iki tarafın imza attığı hataların başında
gelmektedir. Çalışmada değinilmemiştir ancak (bunun da sebebi gene ayrı bir
çalışma konusu olacak kadar geniş olmasıdır.) medya ve toplumun bazı
kesimlerinde yer etmiş ön yargılar ırkcı söylemler iki halk arasındaki duvarın
tuğlaları gibidir.
Meselenin çözümüne dair atılması gereken birincil adımın, tarihi
belgeleri açmak dışında, iki toplum arasında ilişkileri tekrar güçlendirmek
olduğunu savunmaktayız. Yukarda değinildiği gibi soykırım kavramı hükümetlerin
üzerinde uzlaşmasının zor olduğu bir alandır. Bu yüzden, Ermeni sorunu
özelinde, çözümün kısır tartışmalarla değil, halklara havale edilmesiyle
geleceğini düşünmekteyiz. Bua yönelik bir takım STK’ların girişimleri ayrı bir
araştırma konusu olabilir. Ancak sivil toplum marifetiyle kat edilen çözüm
yolunun hükümetler eliyle kat edilenden fersah fersah fazla olduğunu söylemek
abartı olmayacaktır.
No comments:
Post a Comment