6-7 Eylül Olaylarının Sebepleri ve Uluslararası
Hukuktaki Yeri
A) 6-7
Eylül 1955 Öncesi Azınlıkların Durumu ve Devlet Politikaları
6-7 Olayları
incelenirken ya da araştırılırken, çoğu kaynakta ya 1453 yılına kadar geri
dönen ya da Varlık Vergisi ve Kıbrıs Sorunundan başlayarak olayları ele alan
çalışmalar bulmak yüksek ihtimaldir.
Bu ödev
çalışmasında 6-7 Eylül Olayları ya da İstanbul Pogromu (Pogrom) ele alınırken
tek parti dönemi CHP’si döneminde yazılan, tarih tam olarak bilinmeyen ama
içeriğinden, 1944 yılında yazıldığı tahmin edilen Azınlıklar Raporu[1]
ele alınarak Pogrom’un gelişimi ve sonuçları irdelenmiştir.
Aslında söz
konusu rapor sadece Pogrom’un hedefi olan Rum azınlığa yönelik hazırlanmamıştı.
İttihad Ve Terakki döneminden, Cumhuriyet’e miras kalan ve günümüzde dahi form
değiştirmiş halde sürdürülen ‘’tek tip millet’’ yaratma anlayışı çerçevesinde
hazırlanmış geniş bir rapordu. Ancak, 2. Dünya Savaşı döneminin gerekliliği
olarak, Türkiye toplumunda diğer Türk olmayan topluluklardan[2]
ziyade gayri müslimler, garyi müslimlerin mali varlıkları hedef alınmıştır.
Böylelikle henüz gelişmemiş olan Türk burjuvazisinin tepeden inme destekle
güçlendirilmesi ve sermayenin devlet kontrolüne daha yakın olması amaçlanmıştır. Bu rapor yukarda da
belirtildiği gibi Türkleştirme politikasının bir parçası olan ve rastgele
yazılmış bir rapor değildi.
Raporun
yazıldığı aynı dönemde, tam olarak ise 1937 yılında tek parti CHP’nin Manisa millet vekili (MV)
Sabri Toprak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Türkçeden başka dil konuşanlara
ceza verilmesini öngören bir öneri sunmuştur. [3] Bu
öneride dikkat çeken noktalar, Türkçe dışında konuşulan herhangi bir dilin
‘’yabancı dil’’ statüsünde Kabul edilmesi, bin yıllardır Anadoluda konuşulan
Rumca ve diğer diller dahil. Türkiye vatandaşlarının ir yıl içerisinde Türkçe
öğrenmelerinin gereliliği ve bunlara uyulmazsa, para, hapis hatta
vatandaşlıktan atma cezalarının uygulanması…
Gayri müslim
azınlığa odaklanan politikaların seri ve kararlıca uygulanmasında hiç şüphesiz
2. Dünya Savaşının etkisi de vardır. Almanya ve İtalya’nın Yunanistanı işgali,
savaşın Balkanlara dolayısıyla Türkiye’nin batı sınırlarına inmesi dönemin tek
partili rejiminin gayri müslim azınlığa, diğer bir değişle aslında Türkiye’nin
batısında yaşayan azınlıklara yönelik politikalar uygulanmasına neden olmuştur.
Bu politikaların sebeplerini açıklamak gerekirse, gayri müslimlerin her daim
‘’ihanet ve yabancı devletlerle anlaşma ve ülkeyi bölme’’ dolayısıyla tehdit
oluşturma potansiyeline sahip olduğu anlayışı Osmanlı son dönem hükümetlerinde
ve Cumhuriyet dööneminde zaten kronik bir önyargıydı. Savaşın batı sınırlarına
ulaşması bu kronik önyargıyı tekrar dürtmüştür.
Bunun yanında
zaten uzun yılalrdır var olan ‘Tep tipleştirme politikası’’ yürürlükteydi ve
Dünya Savaşı olmasaydı dahi rejim bu politikayı yürütecekti, savaş burda katalizör
işlevi gördü. Bunun yanında uluslararası ilginin savaşa odaklanması Türkiye’nin
normalde tepki çekecek politikaları daha rahat gerçekleştirmesine yardımcı
oldu.
Diğer bir sebep
ise, savaşta her ne kadar tarafsızlığını açıklasa da Türkiye’nin savaşın
seyrine gore bir tarafı seçme durumunda kalması ihtimalini göz önüne alarak
azınlıklara karşı bir takım politikalara itmiştir. [4]
Trakyada Yahudi azınlığa yönelik gelişen ‘’kitlesel olaylar’’ bununla
açıklanabilir. Daha açık bir ifadeyle, savaşın özellikle ilk evresinde Türkiye
hükümeti NAZI Almanyasıyla sıcak ilşkilerini korumuştur. Yahudilere yönelik
ayrımcı politikalardaki artışın bu sıcak ilşkilerden bağımsız olduğu
düşünülemez. Ayrıca 1. Dünya Savaşından kalma Türk-Alman dostane ilişkileri 2.
Dünya Savaşının ilk evresine kadar devam etmiştir. Bu ilk evrede Almanyanın
büyük ilerlemeler kaydetmesi, savaşın Almanyanın zaferyle sonuçlanacağına dair
tahminler de etkilidir.
Savaşla direct
ilgili bir politika da 18-45 yaş arasındakı gayri müslim erkeklerin Amele
Taburlarına asker olarak alınmasıdır. Bu taburlardaki askerlere sadece kazma ve
kürek verilmiş, çoğunlukla iç anadolu ve doğu anadoludaki birliklerde/kamplarda
çalıştırılmış ve İstanbula girişlerine izin verilmemiştir.[5]
Ermeniler dışındaki gayri müslimlerin, Rumlar ve Yahudiler, neredeyse tamamının
Türkiye’nin batısında yaşıyor olması ve askere alındıklarnda daha doğudaki
bölgelerde görevlendirilmeleri gayri müslimlerin aslında sadece ekonomik değil
fiziki varlıklarının devlet politikalarının hedefinde olduğunu gösterir.
Nitekim,
askerlik yaşının üstündeki erkekler de askere alınmış ve seferberlik ya da
savaş hazırlığının doğasına ayrkırı olarak askere alınan insanlar cepheye/cephe
olması muhtemel bölgelere değil (yani Ege ve Trakya bölgesi) aksine iç anadolu
gibi savaşın sıçrama ihtimalin en son olduğu bölgeye sevk edilmişlerdir. Gene
askeriye kurallarına aykırı olarak bu insanlar sivil inşaatlarda bile bedava
çalıştırılmıştır. Ailelerine bakmakla yükümlü olan bu erkeklerin askerde olması
azınlık toplumunun ekonomik ve sosyal durumunu da etkilemiştir.
Dolayısıyla amele
taburlarının esasında bir tür tehcir olduğunu söylemek mümkündür. Daha önceki
tehcir örneklerinden farklı olarak kadın ve çoçukların tehcir edilmemiş olması
bu tehcirin askere alma ve seferberlik kılıfında gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Ancak durum böyleken bile tehcir edilmeyen kadın ve çocuklar, yani tehcir
edilen erkek gayri müslimlerin aileleri, sosyal, ekonomik ve fiziki olarak
tehdit altında kalmışlardır.
Tüm bu gayri
müslimleri yıldırıcı politikaların en bilineni ve belki de en azici olanı Varlık
Vergisi olarak bilinen teoride tüm vatandaşlardan uygulamada ise sadece gayri
müslimleri hedef alan vergidir. Vergiyi ödemek için 10 günlük bir sure
tanınmıştır. Ödemeyenler hacizle ve çalışma kamplarına sürgünle
cezalandırılmıştır. Varlık vergisi müslümanlardan da alımıştır ancak
varlıklarının %4 ü kadar bir miktarda. Gayri müslimlerden ise %150 yi geçen
oranlarda vergiler talep edilmiştir. Burdaki amaç elbette verginin tahsil
edilmesi degil, mali olarak zor durumda kalan gayri müslim burjuvanın varlıklarını
satmak, ki alıcılar da Müslüman Türkler oalcaktır, ya da el konulmasıdır. Diğer
azınlık politikaları gibi Varlık Vergisi de birden fazla amaç güdüyordu.
Vergisini veremeyen gayri müslimler doğu anadoludaki kamplarda çalıştırılıyor
böylelikle gene hem fiziki hem de ekonomik varlıkları zarar görüyordu. Öte
yandan tüm bu politikaların ortak yanı gayri müslimleri bir şekilde Türkiyeyi
terke zorlamaktı. Sadece varlık vergisi bile bu amaca oldukça iyi hizmet
etmiştir.
B) 6-7
Eylül Olaylarının Patlak Vermesi
1955 yılında Selanik’teki Atatürk evine bombalı
saldırı olduğu söylentisi üzerine İstanbul’daki Rum azınlığa yönelik gelişen
‘’öfke’’ dalgasının şiddet eylemlerine dönüşmesi Türkiye’de 6-7 Eylül Olayları,
İstanbul Pogromu ya da Septemvriana olarak adandırılır.
Olaylar he ne
kadar Rum azınlığa yönelik olarak başlasa da diğer gayri Müslimleri de hedef
alan bir pogroma dönüşmüştür. Öyle ki 1938 NAZI Almanya’sındaki Yahudileri
hedef alan Kristallnacht ile karşılaştırılır.
6-7 Eylül
Olayları (Pogrom) Kıbrıs sorunundan bağımsız değildir. 1955’in siyasi atmosferi
Kıbrıs müzakereleri Türk ve Yunan toplumları arasında gerilime etki etmiştir.
Pogrom’un yaşandığı dönem de Kıbrıs müzakerelerinin sürdüğü bir döneme denk
gelmiştir. Ama 6-7 Eylül olaylarını sadece Kıbrıs sorununa bağlamanın doğru
olmadığını düşünmekteyiz Zira yukarda anlatıldığı gibi Türkiye’de resmi olarak
yürütülen bir azınlık politikası vardı ve 6-7 Eylül pogromu bir şekilde bu
politikalar ve bazı uluslar arası sorunların kesiştiği bir döneme denk gelmiştir.
Olayların başlangıcı kabul edilen Atatürk’ün evinin bombalandığı iddiası bugün
bile tam anlamıyla aydınlatılmış değildir. Saldırganların anormal derecede
organize olması, güvenlik güçlerinin olayları yatıştırmadaki isteksizliği ve
olayların diğer gayri Müslimleri (Gürcü kökenli İstanbullular dahi) [6]
içine alacak şekilde genişlemesi, olayların kendiliğinden gelişen bir öfkeden
ziyade devlet eliyle geliştirilen planlı bir pogrom olduğuna işaret etmektedir.
C)
Uluslar
arası Hukuk Açısından 6-7 Eylül Olayları
Türkiye’de 6-7 Eylül Olayları olarak anılan olaylar
aynı zaman ‘’Büyük İstanbul Pogromu’’ ya da ‘’istanbul Pogromu’’ olarak da
anılır.
Pogrom kelimesi Rusça kökenli olup ‘’gök gürültüsü’’
gibi bir anlama sahiptir. Yani diğer bir ifadeyle aniden ortaya çıkan kargaşa,
isyan, şiddet vs. gibi anlamlarına sahiptir. [7]
Ortaya çıktığı 19. yüzyılda pogrom ifadesi aslında sadece Yahudilere yönelik
eylemleri ifade etmek için kullanılıyordu. Ancak daha sonra herhangi bir etnik
ve dini azınlığa yönelik şiddet eylemleri ve hatta bazen cinsel kimliğe yönelik
şiddet eylemleri için de kullanılmıştır.
Aslında pogromlar tarihte 19. Yüzyıldan önce de
yaşanmıştır ancak modern zamanın en bilinen pogromu NAZI Almanyasının
Yahudileri hedef alan Kristallnacht pogromudur.
Bu pogrom işlerin soykırıma evirilebileceğini gösteren çarpıcı bir örnektir.
6-7 Eylül Olaylarının ‘’pogrom’’
tanımına uyduğu tartışmasızdır. Bu noktanın uluslar arası hukuk açısından
tartışılır bir yanı olmamakla birlikte pogrom ifadesinin daha çok sosyal bir
terim olduğunu belirtmek gerekir.
Asıl üzerinde durmak istediğimiz
nokta İstanbul Pogromunun Uluslar arası hukuk açısından nerede durduğudur. Türkiye’deki
6-7 Eylül çalışmaları daha çok sosyolojik ve tarihi nosyonlu olmuştur. Bu
sebeple pogromun soykırım karakteristiği taşıyıp taşımadığı (lehte ya da
aleyhte) tartışmasına girilmemiştir. Bunda soykırım ifadesinin Türkiye’de
hassas bir konu olmasının da payı vardır.
Pogromu, uluslararası hukuk ve
soykırım suçları açısından irdeleyen uluslar arası çalışmalara bakıldığında Küba
asıllı Amerikalı hukuçu ve tarihçi Alfred de Zayas’ın, The
Istanbul Pogrom of 6–7 September 1955 in the Light of International Law isimli
çalışması internet aramalarında ilk karşımıza çıkan çalışmalardandır.
1952’de
yürürlüğe giren BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve
Cezalandırılması Sözleşmesi,(SSÖCS) soykırımı tanımlayan 2.
Maddesinde ‘’Öbeğin, fiziki varlığını tümüyle ya da
kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması’’ ifadesi yer alır. Türkiye de 1950’den
bu yana bu sözleşmeye üyedir.
Pogrom şüphesiz
Türkiye’deki (sadece İstanbul değil) Rum vatandaşların fiziki varlığını
tehlikeye atmıştır. Bazı vatandaşlar öldürülmüş, bazıları tecavüze uğramış ve
bazıları da kaybolmuştur. Bununla birlikte Rum vatandaşların dükkân, ev ve
kiliseleri de yok edilmiştir. Özellikle ibadethanelerin yok edilmesi bir
anlamda ‘’kök kazımak’’ anlamına gelmektedir. İbadethanelerle aynı manevi
anlama sahip diğer bir mekân olan mezarlıklar da o dönem de tahrip edilmiştir.
Bu açıkça hedef olan topluluğun yaşadıkları mekânla fiziki ve manevi bağlarının
koparılmasına yönelik bir kasıttır. İlginç bir benzerlik olarak pogrom
saldırganların ev numarası, hanede yaşayan insanların ismi ve sayısına kadar
bilgili olmaları Ruanda soykırımdaki sistematikliği hatırlatmaktadır. Dönemin
politik atmosferi, sosyal hareketleri, görgü tanıkları ve pogroma katılanların
ifadeleri ve bazı bürokratların demeçleri göz önüne alındığında pogromun
spontane geliştiğini söylemek zaten gerçekten uzaktır.
Pogromun işlenmesi
ve sonuçlarına bakıldığında İstanbul’daki Rum azınlığın nüfusunun dramatik
şekilde azaldığı resmi kaynaklarca da teyitlidir. Öte yandan yukarıdaki
maddenin ‘’Öbek üyelerine fiziki ya da ruhsal açıdan
zarar verilmesi’’
ifadesine göre Rum azınlığa ait mal ve mülkler, kiliseler dâhil taşınmazların
yıkımı, kalan azınlık vatandaşları ülkeyi terk etmeye ‘’teşvik eden’’
politikalar, Pogromun SSÖCS kapsamında değerlendirilmesini kriterini
karşılar.
Zayas bu maddeden
hareketle pogromun aslında bir soykırım suçu olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Ancak bize 6 ve 7 Eylül 1955 tarihlerinde birkaç günlük kısa periyotta
gerçekleşen olayların tek başına soykırım suçu olduğunu söylemek çok yüzeysel
bir iddiadır.
Bununla birlikte
pogromun öncesi ele alındığında, yukarda azınlıklara yönelik yürütülen
sistematik politikaların bu maddedeki ifadeleri karşıladığını düşünmekteyiz. Olayın
sistemikliğini çarpıcı bir örnekle açıklamak gerekirse, yukarıda bahsettiğimiz
tek parti CHP’sinin yayınladığı azınlıklar raporunda İstanbul’un fethinin 500.
Yıldönümüne kadar İstanbul’un Rumsuzlaştırılması hedefi de yer alıyordu. 500.
Yıldönümün 1953 pogromun gerçekleştiği tarihin 1955 olduğunu düşünürsek, bunun
tesadüf olmayacak kadar ilginç bir durum olduğunu düşünmekteyiz. Gerçekleştiği
tarihten bağımsız, herhangi bir devletin topraklarında yaşayan bir topluluğa
karşı böyle bir amaç gütmesi Soykırımı Önleme anlaşmasının 2. Maddesinin ihlali
olduğu açıktır. Dolayısıyla pogromun bir hazırlık hamlesi olduğu fikri ortaya
atılabilir. 2. Maddede geçen fiziki zarar ifadesini yalnızca öldürülme ya da
fiziki şiddet olarak düşünmemek gerekir. Öbeği bir şekilde yaşam alanından
fizikken koparmak, sürmek, kovmak, tehcir vs. yollarla dahi olsa 2. Maddenin
ihlali olduğunu düşünmekteyiz. Nitekim tarihte hiçbir soykırım suçunun iki
günlük bir planlamayla gerçekleşmediği bir gerçektir.
Pogromun
gerçekleştiği tarihin sadece Kıbrıs sorunuyla ilişkilendirilmesinin sorunlu
olduğunu ifade etmiştik. 1955 aynı zamanda Soğuk Savaşın ilk evresinin
yaşandığı yıllardı ve dünya kamuoyu iki süper güç arasındaki vekalet
savaşlarına daha çok odaklanmış vaziyetteydi. Türkiye de kendini jeostratejik
konumunun yardımıyla batı bloğuna kabul ettirmeye uğraşıyordu. Aslında bu
stratejik konumu sayesinde İstanbul pogromu öncesinde de gerçekleşmiş benzeri
vukuatları uluslar arası kamuoyundan beklenilen şiddet de bir tepki almayarak
atlatmıştı. Aynı durum Soğuk Savaş döneminde de gererli olmuştur. Sovyetlere
karşı ileri karakol konumundaki Türkiye, İstanbul’da yaşanan bir pogrom
yüzünden müttefikleri tarafından ‘’cezalandırılmadan’’ hafif hasarlarla dönemi
atlatmıştır.
Sonuç
İstanbul Pogromu süresince 16 gayri Müslim
katledilmiş, onlarcası yaralanmıştır. Bunun yanında 200 kadar kadın tecavüze
uğramış, 4.000’in üzerinde çoğunluğu Rumlara ait olan işletme ve dükkan
yağmalanmıştır. Bu işletmelerin içinde eczaneler, okullar ve fabrikalar da
vardır. Bunun yanında 73 kilise ve mezarlık tahrip edilmiş. 1000’den fazla
çoğunluğu Rumlara ait olan ev yakılmıştır.[8]
Çoğunluğunun Rumlara ait olduğunu
belirtmemizin sebebi, pogromun aslında Rumlara yönelik başlayıp daha sonra tüm
Türk olmayan vatandaşlara ve hatta yabancı yatırımcılara yönelmesidir. Öldürülen yurttaşlar arasında bir Ermeni
vatandaş da vardır.
Eylül sonuna dek Türkiye’yi terk
etmek zorunda kalan Rum asıllı vatandaşların sayısı 12.000 bulmuştur. [9] Daha sonra
hayatların endişe edip ülkeyi terk edenlerin sayısı 45.000 bulmuştur. Terk eden
insanların en fazla 20 Dolar pahasında varlıklarını yanlarında götürmelerine
izin verilmiştir. Böylelikle sermayenin el değiştirmesi sürecine katkıda
bulunulmuştur.
Uluslar arası hukuk açısından
İstanbul pogromu tek başına bir soykırım suçu teşkil etmez. Ancak İttihat
Terakki dönemine varan İstanbul ve Ege’yi Rumsuzlaştırma politikası ve
pogromdan sonra dahi Rum azınlığın sürgünü ve ekonomik varlıklarının eritilmesi
soykırım suçu kapsamında değerlendirilebilecek niteliktedir.
Aslında her ulus devletin hatta
ulus devlet öncesinin bile bu gibi soykırım sayılabilecek suçları vardır. Hem
soykırım teriminin yeni olması hem de yeni olmasına rağmen hızla siyasallaşması
bu terimin hukukiliği zedeler. Pogromun soykırım suçu olarak kabul edilmesi
iddiasında değiliz. BM SSÖCS 2. Maddesindeki ifadelere pogromun ve pogromu
hazırlayan resmi politikaların suç özellikleri taşıdığını düşünüyoruz.
Soykırım teriminin günümüzde her
suçu tarif etmekte yetersiz kaldığı aşikârdır. İstanbul Pogromu örneğinde
olduğu gibi gerçekleşen bir olay soykırım olmasa da onu hazırlayan şartlar uzun
vadede 2. maddede aynen ifade edildiği gibi ‘’öbeğin fiziki varlığını tamamen
ya da kısmen yok edecek’’ suç meydana gelmiştir.
Bu noktada biz soykırım
ifadesinin tek başına azınlıkların[10]
kıyıma uğramasını tarif etmeye yetmediğini düşünmekteyiz.
Kaynakça
Agos, (2017), 6-7 Eylül Pogromu Karanlık İşlerde Anılıyor
De Zayas, Alfred (2007), İstanbul Pogrom 6-7 September 1955 in the
Light of International Law
Yurtdışındaki Rumların Evrensel Platformu, (2005), Korkunç 6-7 Eylül 1955 Olaylarının 60. Yıldönümü
Rosides, Gene, (2005), Turkey’s
Pogrom 6-7 September 1955: Britain’s Role, America’s Response and Lessons for
Today
Wirish Ganesh, (2012), Ethnic segregation and integration The case
of the Greek minority in Istanbul
Güven, Dilek, (2012), Riots against the Non-Muslims of Turkey:
6/7 September 1955 in the context of demographic engineering
Bill Federer, (2015), The Great Pogrom of Istanbul
HRW, (1992), Denying Human Rights and Ethnic Idendity:
The Greeks in Turkey
Yenisey, Feridun,
(2015), Criminal Procedure Law in Turkey
N. Dadrian, Vahakn
(1989), Genocide as a Problem of National
and International Law: The World War I Armenian Case and Its Contemporary Legal
Ramifications
Kokkinidis, Tasos (2018), Turkey’s Kristallnacht: When Greeks Were Targeted at the Istanbul Pogrom
Akar,
Rıdvan, (1998) Bir Resmî Metinden Planlı
Türkleştirme Dönemi, Birikim Dergisi, Sayı 110
Güven, Dilek, Cumhuriyet
Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları
Korkut, Tolga (2009), What Happened on 6-7 September?
Yaman, İlker (2014), The İstanbul Pogrom
Genç, Gültekin (2008), 53. Yıldönümünde 6-7 Eylül Olayları
Romaniuk,
Scott
Nicholas, Pogroms
History.com, (2018), Pogroms
Billette, Alexandre (2017), How Istanbul's Greek community is
disappearing
OSCE, (2015), The Greek Minority in Turkey
[1] Rıdvan
Akar, Bir Resmî Metinden Planlı
Türkleştirme Dönemi, Birikim Dergisi, Sayı 110, 1998
[2]
Türkiye’de Türk olamayan diğer etnik gruplar da tek tipleştirme
politikalarından nasiplerini almışlardır ancak bu gruplar çoğunlukla Müslüman
kabul edildikleri için Lozan anlaşması gereği azınlık statüsünde değillerdir.
Ancak gayri Müslim ‘’sorunu’’ çözüldükten sonra, Türkleştirme politikası gereği
sıra bu gruplara geldiği için bu gruplardan da azınlık ya Türk olmayan gruplar
olarak bahsedilmiştir. Bu gruplar için kullanılan azınlık ifadesi aksi
belirtilmediği sürece hukuki değil, bu grupların toplumdaki statülerini
belirten bir ifadedir.
[3] Cemil
Koçak, Vatandaş Türkçe Konuş, Star
Gazetesi, 2012
[4] Buradaki
azınlık ifadesi aslında özel olarak Yahudi azınlığı kastetmektedir.
[5]
Yurtdışındaki Rumlar Federasyonu, Korkunç
6-7 Eylül Olaylarının 60. Yıldönümü
[6] Dilek
Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık
Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları
[7] SEGA
Encyclopedia of War: Social Science Perpective
[8] Ayşe
Hür, 1955 Yağması ve 1064 Sürgünleri
[9] Güney
Dergisi, 6-7 Eylül Olayları Nasıl
Gerçekleşti
[10] Ne
modern tarihte ne öncesinde çoğunlukların kıyıma uğradığı görülmemiştir.
No comments:
Post a Comment