Sunday, March 10, 2019

6-7 Eylül Olaylarının Sebepleri ve Uluslararası Hukuktaki Yeri


6-7 Eylül Olaylarının Sebepleri ve Uluslararası Hukuktaki Yeri

A)    6-7 Eylül 1955 Öncesi Azınlıkların Durumu ve Devlet Politikaları
6-7 Olayları incelenirken ya da araştırılırken, çoğu kaynakta ya 1453 yılına kadar geri dönen ya da Varlık Vergisi ve Kıbrıs Sorunundan başlayarak olayları ele alan çalışmalar bulmak yüksek ihtimaldir.
Bu ödev çalışmasında 6-7 Eylül Olayları ya da İstanbul Pogromu (Pogrom) ele alınırken tek parti dönemi CHP’si döneminde yazılan, tarih tam olarak bilinmeyen ama içeriğinden, 1944 yılında yazıldığı tahmin edilen Azınlıklar Raporu[1] ele alınarak Pogrom’un gelişimi ve sonuçları irdelenmiştir.
Aslında söz konusu rapor sadece Pogrom’un hedefi olan Rum azınlığa yönelik hazırlanmamıştı. İttihad Ve Terakki döneminden, Cumhuriyet’e miras kalan ve günümüzde dahi form değiştirmiş halde sürdürülen ‘’tek tip millet’’ yaratma anlayışı çerçevesinde hazırlanmış geniş bir rapordu. Ancak, 2. Dünya Savaşı döneminin gerekliliği olarak, Türkiye toplumunda diğer Türk olmayan topluluklardan[2] ziyade gayri müslimler, garyi müslimlerin mali varlıkları hedef alınmıştır. Böylelikle henüz gelişmemiş olan Türk burjuvazisinin tepeden inme destekle güçlendirilmesi ve sermayenin devlet kontrolüne daha yakın olması  amaçlanmıştır. Bu rapor yukarda da belirtildiği gibi Türkleştirme politikasının bir parçası olan ve rastgele yazılmış bir rapor değildi.
Raporun yazıldığı aynı dönemde, tam olarak ise 1937 yılında  tek parti CHP’nin Manisa millet vekili (MV) Sabri Toprak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Türkçeden başka dil konuşanlara ceza verilmesini öngören bir öneri sunmuştur. [3] Bu öneride dikkat çeken noktalar, Türkçe dışında konuşulan herhangi bir dilin ‘’yabancı dil’’ statüsünde Kabul edilmesi, bin yıllardır Anadoluda konuşulan Rumca ve diğer diller dahil. Türkiye vatandaşlarının ir yıl içerisinde Türkçe öğrenmelerinin gereliliği ve bunlara uyulmazsa, para, hapis hatta vatandaşlıktan atma cezalarının uygulanması…
Gayri müslim azınlığa odaklanan politikaların seri ve kararlıca uygulanmasında hiç şüphesiz 2. Dünya Savaşının etkisi de vardır. Almanya ve İtalya’nın Yunanistanı işgali, savaşın Balkanlara dolayısıyla Türkiye’nin batı sınırlarına inmesi dönemin tek partili rejiminin gayri müslim azınlığa, diğer bir değişle aslında Türkiye’nin batısında yaşayan azınlıklara yönelik politikalar uygulanmasına neden olmuştur. Bu politikaların sebeplerini açıklamak gerekirse, gayri müslimlerin her daim ‘’ihanet ve yabancı devletlerle anlaşma ve ülkeyi bölme’’ dolayısıyla tehdit oluşturma potansiyeline sahip olduğu anlayışı Osmanlı son dönem hükümetlerinde ve Cumhuriyet dööneminde zaten kronik bir önyargıydı. Savaşın batı sınırlarına ulaşması bu kronik önyargıyı tekrar dürtmüştür.
Bunun yanında zaten uzun yılalrdır var olan ‘Tep tipleştirme politikası’’ yürürlükteydi ve Dünya Savaşı olmasaydı dahi rejim bu politikayı yürütecekti, savaş burda katalizör işlevi gördü. Bunun yanında uluslararası ilginin savaşa odaklanması Türkiye’nin normalde tepki çekecek politikaları daha rahat gerçekleştirmesine yardımcı oldu.
Diğer bir sebep ise, savaşta her ne kadar tarafsızlığını açıklasa da Türkiye’nin savaşın seyrine gore bir tarafı seçme durumunda kalması ihtimalini göz önüne alarak azınlıklara karşı bir takım politikalara itmiştir. [4] Trakyada Yahudi azınlığa yönelik gelişen ‘’kitlesel olaylar’’ bununla açıklanabilir. Daha açık bir ifadeyle, savaşın özellikle ilk evresinde Türkiye hükümeti NAZI Almanyasıyla sıcak ilşkilerini korumuştur. Yahudilere yönelik ayrımcı politikalardaki artışın bu sıcak ilşkilerden bağımsız olduğu düşünülemez. Ayrıca 1. Dünya Savaşından kalma Türk-Alman dostane ilişkileri 2. Dünya Savaşının ilk evresine kadar devam etmiştir. Bu ilk evrede Almanyanın büyük ilerlemeler kaydetmesi, savaşın Almanyanın zaferyle sonuçlanacağına dair tahminler de etkilidir.
Savaşla direct ilgili bir politika da 18-45 yaş arasındakı gayri müslim erkeklerin Amele Taburlarına asker olarak alınmasıdır. Bu taburlardaki askerlere sadece kazma ve kürek verilmiş, çoğunlukla iç anadolu ve doğu anadoludaki birliklerde/kamplarda çalıştırılmış ve İstanbula girişlerine izin verilmemiştir.[5] Ermeniler dışındaki gayri müslimlerin, Rumlar ve Yahudiler, neredeyse tamamının Türkiye’nin batısında yaşıyor olması ve askere alındıklarnda daha doğudaki bölgelerde görevlendirilmeleri gayri müslimlerin aslında sadece ekonomik değil fiziki varlıklarının devlet politikalarının hedefinde olduğunu gösterir.
Nitekim, askerlik yaşının üstündeki erkekler de askere alınmış ve seferberlik ya da savaş hazırlığının doğasına ayrkırı olarak askere alınan insanlar cepheye/cephe olması muhtemel bölgelere değil (yani Ege ve Trakya bölgesi) aksine iç anadolu gibi savaşın sıçrama ihtimalin en son olduğu bölgeye sevk edilmişlerdir. Gene askeriye kurallarına aykırı olarak bu insanlar sivil inşaatlarda bile bedava çalıştırılmıştır. Ailelerine bakmakla yükümlü olan bu erkeklerin askerde olması azınlık toplumunun ekonomik ve sosyal durumunu da etkilemiştir.
Dolayısıyla amele taburlarının esasında bir tür tehcir olduğunu söylemek mümkündür. Daha önceki tehcir örneklerinden farklı olarak kadın ve çoçukların tehcir edilmemiş olması bu tehcirin askere alma ve seferberlik kılıfında gerçekleştirilmiş olmasıdır. Ancak durum böyleken bile tehcir edilmeyen kadın ve çocuklar, yani tehcir edilen erkek gayri müslimlerin aileleri, sosyal, ekonomik ve fiziki olarak tehdit altında kalmışlardır.
Tüm bu gayri müslimleri yıldırıcı politikaların en bilineni ve belki de en azici olanı Varlık Vergisi olarak bilinen teoride tüm vatandaşlardan uygulamada ise sadece gayri müslimleri hedef alan vergidir. Vergiyi ödemek için 10 günlük bir sure tanınmıştır. Ödemeyenler hacizle ve çalışma kamplarına sürgünle cezalandırılmıştır. Varlık vergisi müslümanlardan da alımıştır ancak varlıklarının %4 ü kadar bir miktarda. Gayri müslimlerden ise %150 yi geçen oranlarda vergiler talep edilmiştir. Burdaki amaç elbette verginin tahsil edilmesi degil, mali olarak zor durumda kalan gayri müslim burjuvanın varlıklarını satmak, ki alıcılar da Müslüman Türkler oalcaktır, ya da el konulmasıdır. Diğer azınlık politikaları gibi Varlık Vergisi de birden fazla amaç güdüyordu. Vergisini veremeyen gayri müslimler doğu anadoludaki kamplarda çalıştırılıyor böylelikle gene hem fiziki hem de ekonomik varlıkları zarar görüyordu. Öte yandan tüm bu politikaların ortak yanı gayri müslimleri bir şekilde Türkiyeyi terke zorlamaktı. Sadece varlık vergisi bile bu amaca oldukça iyi hizmet etmiştir.
B)    6-7 Eylül Olaylarının Patlak Vermesi
1955 yılında Selanik’teki Atatürk evine bombalı saldırı olduğu söylentisi üzerine İstanbul’daki Rum azınlığa yönelik gelişen ‘’öfke’’ dalgasının şiddet eylemlerine dönüşmesi Türkiye’de 6-7 Eylül Olayları, İstanbul Pogromu ya da Septemvriana olarak adandırılır.
 Olaylar he ne kadar Rum azınlığa yönelik olarak başlasa da diğer gayri Müslimleri de hedef alan bir pogroma dönüşmüştür. Öyle ki 1938 NAZI Almanya’sındaki Yahudileri hedef alan Kristallnacht ile karşılaştırılır.
 6-7 Eylül Olayları (Pogrom) Kıbrıs sorunundan bağımsız değildir. 1955’in siyasi atmosferi Kıbrıs müzakereleri Türk ve Yunan toplumları arasında gerilime etki etmiştir. Pogrom’un yaşandığı dönem de Kıbrıs müzakerelerinin sürdüğü bir döneme denk gelmiştir. Ama 6-7 Eylül olaylarını sadece Kıbrıs sorununa bağlamanın doğru olmadığını düşünmekteyiz Zira yukarda anlatıldığı gibi Türkiye’de resmi olarak yürütülen bir azınlık politikası vardı ve 6-7 Eylül pogromu bir şekilde bu politikalar ve bazı uluslar arası sorunların kesiştiği bir döneme denk gelmiştir. Olayların başlangıcı kabul edilen Atatürk’ün evinin bombalandığı iddiası bugün bile tam anlamıyla aydınlatılmış değildir. Saldırganların anormal derecede organize olması, güvenlik güçlerinin olayları yatıştırmadaki isteksizliği ve olayların diğer gayri Müslimleri (Gürcü kökenli İstanbullular dahi) [6] içine alacak şekilde genişlemesi, olayların kendiliğinden gelişen bir öfkeden ziyade devlet eliyle geliştirilen planlı bir pogrom olduğuna işaret etmektedir.
C)    Uluslar arası Hukuk Açısından 6-7 Eylül Olayları
Türkiye’de 6-7 Eylül Olayları olarak anılan olaylar aynı zaman ‘’Büyük İstanbul Pogromu’’ ya da ‘’istanbul Pogromu’’ olarak da anılır.
Pogrom kelimesi Rusça kökenli olup ‘’gök gürültüsü’’ gibi bir anlama sahiptir. Yani diğer bir ifadeyle aniden ortaya çıkan kargaşa, isyan, şiddet vs. gibi anlamlarına sahiptir. [7] Ortaya çıktığı 19. yüzyılda pogrom ifadesi aslında sadece Yahudilere yönelik eylemleri ifade etmek için kullanılıyordu. Ancak daha sonra herhangi bir etnik ve dini azınlığa yönelik şiddet eylemleri ve hatta bazen cinsel kimliğe yönelik şiddet eylemleri için de kullanılmıştır.
Aslında pogromlar tarihte 19. Yüzyıldan önce de yaşanmıştır ancak modern zamanın en bilinen pogromu NAZI Almanyasının Yahudileri hedef alan Kristallnacht pogromudur. Bu pogrom işlerin soykırıma evirilebileceğini gösteren çarpıcı bir örnektir.
6-7 Eylül Olaylarının ‘’pogrom’’ tanımına uyduğu tartışmasızdır. Bu noktanın uluslar arası hukuk açısından tartışılır bir yanı olmamakla birlikte pogrom ifadesinin daha çok sosyal bir terim olduğunu belirtmek gerekir.
Asıl üzerinde durmak istediğimiz nokta İstanbul Pogromunun Uluslar arası hukuk açısından nerede durduğudur. Türkiye’deki 6-7 Eylül çalışmaları daha çok sosyolojik ve tarihi nosyonlu olmuştur. Bu sebeple pogromun soykırım karakteristiği taşıyıp taşımadığı (lehte ya da aleyhte) tartışmasına girilmemiştir. Bunda soykırım ifadesinin Türkiye’de hassas bir konu olmasının da payı vardır.
Pogromu, uluslararası hukuk ve soykırım suçları açısından irdeleyen uluslar arası çalışmalara bakıldığında Küba asıllı Amerikalı hukuçu ve tarihçi Alfred de Zayas’ın, The Istanbul Pogrom of 6–7 September 1955 in the Light of International Law isimli çalışması internet aramalarında ilk karşımıza çıkan çalışmalardandır.
 1952’de yürürlüğe giren BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi,(SSÖCS) soykırımı tanımlayan 2. Maddesinde Öbeğin, fiziki varlığını tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması’’ ifadesi yer alır. Türkiye de 1950’den bu yana bu sözleşmeye üyedir.
Pogrom şüphesiz Türkiye’deki (sadece İstanbul değil) Rum vatandaşların fiziki varlığını tehlikeye atmıştır. Bazı vatandaşlar öldürülmüş, bazıları tecavüze uğramış ve bazıları da kaybolmuştur. Bununla birlikte Rum vatandaşların dükkân, ev ve kiliseleri de yok edilmiştir. Özellikle ibadethanelerin yok edilmesi bir anlamda ‘’kök kazımak’’ anlamına gelmektedir. İbadethanelerle aynı manevi anlama sahip diğer bir mekân olan mezarlıklar da o dönem de tahrip edilmiştir. Bu açıkça hedef olan topluluğun yaşadıkları mekânla fiziki ve manevi bağlarının koparılmasına yönelik bir kasıttır. İlginç bir benzerlik olarak pogrom saldırganların ev numarası, hanede yaşayan insanların ismi ve sayısına kadar bilgili olmaları Ruanda soykırımdaki sistematikliği hatırlatmaktadır. Dönemin politik atmosferi, sosyal hareketleri, görgü tanıkları ve pogroma katılanların ifadeleri ve bazı bürokratların demeçleri göz önüne alındığında pogromun spontane geliştiğini söylemek zaten gerçekten uzaktır.
Pogromun işlenmesi ve sonuçlarına bakıldığında İstanbul’daki Rum azınlığın nüfusunun dramatik şekilde azaldığı resmi kaynaklarca da teyitlidir. Öte yandan yukarıdaki maddenin  ‘’Öbek üyelerine fiziki ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi’’ ifadesine göre Rum azınlığa ait mal ve mülkler, kiliseler dâhil taşınmazların yıkımı, kalan azınlık vatandaşları ülkeyi terk etmeye ‘’teşvik eden’’ politikalar, Pogromun SSÖCS kapsamında değerlendirilmesini kriterini karşılar.
Zayas bu maddeden hareketle pogromun aslında bir soykırım suçu olduğunu açıkça ifade etmiştir. Ancak bize 6 ve 7 Eylül 1955 tarihlerinde birkaç günlük kısa periyotta gerçekleşen olayların tek başına soykırım suçu olduğunu söylemek çok yüzeysel bir iddiadır.
Bununla birlikte pogromun öncesi ele alındığında, yukarda azınlıklara yönelik yürütülen sistematik politikaların bu maddedeki ifadeleri karşıladığını düşünmekteyiz. Olayın sistemikliğini çarpıcı bir örnekle açıklamak gerekirse, yukarıda bahsettiğimiz tek parti CHP’sinin yayınladığı azınlıklar raporunda İstanbul’un fethinin 500. Yıldönümüne kadar İstanbul’un Rumsuzlaştırılması hedefi de yer alıyordu. 500. Yıldönümün 1953 pogromun gerçekleştiği tarihin 1955 olduğunu düşünürsek, bunun tesadüf olmayacak kadar ilginç bir durum olduğunu düşünmekteyiz. Gerçekleştiği tarihten bağımsız, herhangi bir devletin topraklarında yaşayan bir topluluğa karşı böyle bir amaç gütmesi Soykırımı Önleme anlaşmasının 2. Maddesinin ihlali olduğu açıktır. Dolayısıyla pogromun bir hazırlık hamlesi olduğu fikri ortaya atılabilir. 2. Maddede geçen fiziki zarar ifadesini yalnızca öldürülme ya da fiziki şiddet olarak düşünmemek gerekir. Öbeği bir şekilde yaşam alanından fizikken koparmak, sürmek, kovmak, tehcir vs. yollarla dahi olsa 2. Maddenin ihlali olduğunu düşünmekteyiz. Nitekim tarihte hiçbir soykırım suçunun iki günlük bir planlamayla gerçekleşmediği bir gerçektir.
Pogromun gerçekleştiği tarihin sadece Kıbrıs sorunuyla ilişkilendirilmesinin sorunlu olduğunu ifade etmiştik. 1955 aynı zamanda Soğuk Savaşın ilk evresinin yaşandığı yıllardı ve dünya kamuoyu iki süper güç arasındaki vekalet savaşlarına daha çok odaklanmış vaziyetteydi. Türkiye de kendini jeostratejik konumunun yardımıyla batı bloğuna kabul ettirmeye uğraşıyordu. Aslında bu stratejik konumu sayesinde İstanbul pogromu öncesinde de gerçekleşmiş benzeri vukuatları uluslar arası kamuoyundan beklenilen şiddet de bir tepki almayarak atlatmıştı. Aynı durum Soğuk Savaş döneminde de gererli olmuştur. Sovyetlere karşı ileri karakol konumundaki Türkiye, İstanbul’da yaşanan bir pogrom yüzünden müttefikleri tarafından ‘’cezalandırılmadan’’ hafif hasarlarla dönemi atlatmıştır.

Sonuç
 İstanbul Pogromu süresince 16 gayri Müslim katledilmiş, onlarcası yaralanmıştır. Bunun yanında 200 kadar kadın tecavüze uğramış, 4.000’in üzerinde çoğunluğu Rumlara ait olan işletme ve dükkan yağmalanmıştır. Bu işletmelerin içinde eczaneler, okullar ve fabrikalar da vardır. Bunun yanında 73 kilise ve mezarlık tahrip edilmiş. 1000’den fazla çoğunluğu Rumlara ait olan ev yakılmıştır.[8]
Çoğunluğunun Rumlara ait olduğunu belirtmemizin sebebi, pogromun aslında Rumlara yönelik başlayıp daha sonra tüm Türk olmayan vatandaşlara ve hatta yabancı yatırımcılara yönelmesidir.  Öldürülen yurttaşlar arasında bir Ermeni vatandaş da vardır.
Eylül sonuna dek Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Rum asıllı vatandaşların sayısı 12.000 bulmuştur. [9] Daha sonra hayatların endişe edip ülkeyi terk edenlerin sayısı 45.000 bulmuştur. Terk eden insanların en fazla 20 Dolar pahasında varlıklarını yanlarında götürmelerine izin verilmiştir. Böylelikle sermayenin el değiştirmesi sürecine katkıda bulunulmuştur.
Uluslar arası hukuk açısından İstanbul pogromu tek başına bir soykırım suçu teşkil etmez. Ancak İttihat Terakki dönemine varan İstanbul ve Ege’yi Rumsuzlaştırma politikası ve pogromdan sonra dahi Rum azınlığın sürgünü ve ekonomik varlıklarının eritilmesi soykırım suçu kapsamında değerlendirilebilecek niteliktedir.
Aslında her ulus devletin hatta ulus devlet öncesinin bile bu gibi soykırım sayılabilecek suçları vardır. Hem soykırım teriminin yeni olması hem de yeni olmasına rağmen hızla siyasallaşması bu terimin hukukiliği zedeler. Pogromun soykırım suçu olarak kabul edilmesi iddiasında değiliz. BM SSÖCS 2. Maddesindeki ifadelere pogromun ve pogromu hazırlayan resmi politikaların suç özellikleri taşıdığını düşünüyoruz.
Soykırım teriminin günümüzde her suçu tarif etmekte yetersiz kaldığı aşikârdır. İstanbul Pogromu örneğinde olduğu gibi gerçekleşen bir olay soykırım olmasa da onu hazırlayan şartlar uzun vadede 2. maddede aynen ifade edildiği gibi ‘’öbeğin fiziki varlığını tamamen ya da kısmen yok edecek’’ suç meydana gelmiştir.
Bu noktada biz soykırım ifadesinin tek başına azınlıkların[10] kıyıma uğramasını tarif etmeye yetmediğini düşünmekteyiz.

















Kaynakça
Agos, (2017), 6-7 Eylül Pogromu Karanlık İşlerde Anılıyor
De Zayas, Alfred (2007), İstanbul Pogrom 6-7 September 1955 in the Light of  International Law
Yurtdışındaki Rumların Evrensel Platformu, (2005), Korkunç 6-7 Eylül 1955 Olaylarının 60. Yıldönümü
Rosides, Gene, (2005), Turkey’s Pogrom 6-7 September 1955: Britain’s Role, America’s Response and Lessons for Today
Wirish Ganesh, (2012), Ethnic segregation and integration The case of the Greek minority in Istanbul

Güven, Dilek, (2012), Riots against the Non-Muslims of Turkey: 6/7 September 1955 in the context of demographic engineering

Bill Federer, (2015), The Great Pogrom of Istanbul
HRW, (1992), Denying Human Rights and Ethnic Idendity: The Greeks in Turkey
Yenisey, Feridun, (2015), Criminal Procedure Law in Turkey
N. Dadrian, Vahakn (1989), Genocide as a Problem of National and International Law: The World War I Armenian Case and Its Contemporary Legal Ramifications
Kokkinidis, Tasos (2018), Turkey’s Kristallnacht: When Greeks Were Targeted at the Istanbul Pogrom

Akar, Rıdvan, (1998) Bir Resmî Metinden Planlı Türkleştirme Dönemi, Birikim Dergisi, Sayı 110
Güven, Dilek,  Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları
Korkut, Tolga (2009), What Happened on 6-7 September?
Yaman, İlker (2014), The İstanbul Pogrom
Genç, Gültekin (2008), 53. Yıldönümünde 6-7 Eylül Olayları
Romaniuk, Scott Nicholas, Pogroms
History.com, (2018), Pogroms

Billette, Alexandre (2017), How Istanbul's Greek community is disappearing

 

OSCE, (2015), The Greek Minority in Turkey



[1] Rıdvan Akar, Bir Resmî Metinden Planlı Türkleştirme Dönemi, Birikim Dergisi, Sayı 110, 1998
[2] Türkiye’de Türk olamayan diğer etnik gruplar da tek tipleştirme politikalarından nasiplerini almışlardır ancak bu gruplar çoğunlukla Müslüman kabul edildikleri için Lozan anlaşması gereği azınlık statüsünde değillerdir. Ancak gayri Müslim ‘’sorunu’’ çözüldükten sonra, Türkleştirme politikası gereği sıra bu gruplara geldiği için bu gruplardan da azınlık ya Türk olmayan gruplar olarak bahsedilmiştir. Bu gruplar için kullanılan azınlık ifadesi aksi belirtilmediği sürece hukuki değil, bu grupların toplumdaki statülerini belirten bir ifadedir.
[3] Cemil Koçak, Vatandaş Türkçe Konuş, Star Gazetesi, 2012
[4] Buradaki azınlık ifadesi aslında özel olarak Yahudi azınlığı kastetmektedir.
[5] Yurtdışındaki Rumlar Federasyonu, Korkunç 6-7 Eylül Olaylarının 60. Yıldönümü
[6] Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları
[7] SEGA Encyclopedia of War: Social Science Perpective
[8] Ayşe Hür, 1955 Yağması ve 1064 Sürgünleri
[9] Güney Dergisi, 6-7 Eylül Olayları Nasıl Gerçekleşti
[10] Ne modern tarihte ne öncesinde çoğunlukların kıyıma uğradığı görülmemiştir.